1 Aralık 2015 Salı

Bu makale, İsa Kayacan anısına ithaf edilmiştir. "Azerbaycan Türklerinin Mehmet Akif Ersoy Sevgisi"

Azerbaycan Türkleri'nin M. Akif Ersoy Sevgisi
Prof.Dr.Tamilla Abbashanlı Aliyeva
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Sona Çerkez Kuliyeva
Bakı Devlet Üniversitesi, Rus Dili Bölümü, Öğretim Görevlisi
Bu yazı Mehmet Akif Ersoy’u çok seven, yazılarında hep onu anan, ölmez sanatkarın yoluyla giden Türk Dünyası medyasının güzide yazarlarından biri unutulmaz insan İsa Kayacan’ın anısına ithaf olunur.
      Bildiğimiz gibi, Türkiye’nin istiklal şairi Mehmet Akif Ersoy bütün Türk dünyasında olduğu gibi, Azerbaycan’da çok sevilir ve eserleri her kesin diller ezberidir.  Bunu kanıtı olarak Azerbaycan Milli Elmler Akademiyası Ord.Prof.Ziya Bünyadov’un adını taşıyan Doğuşünaslık Enstitüsünün  İlmi Şurasının kararı ile Bakı’da yayımlanmış Mehmet Akif Ersoy’un Yaratıcılığında İçtimai Problemlerin Bedii Tecessümü kitabını göstere biliriz. Kitabın yazarı Kafkas Üniversitesinin Öğretim Üyesi Doç.Dr.Seriyye Gündoğdu’dur. Seriye Hanım Azerbaycan’da Türk edebiyatının tanınmasında, tebliğinde büyük emeği olan bilim insanlarından biridir.  Kitabın ilmi editörleri Prof.Dr.Gövher Bahşeliyeva, Dr.Elmira Memmedova’dır, kitab hakkında ilmi fikirleri Prof.Dr.Aydın Abıyev, Prof.Dr.Asger Rasulov, Prof.Dr.Penah Halilov yazmışlar.
       S.Gündogdu kitabın ilk sayfalarında Mehmet Akif hakkında şöyle yazmıştır: “Mehmet Akif Türk gençliğine, vatanı canı kadar sevenlere, aydınlara eserleri ile ciddi etki göstermiştir. Buna göre de şairin şöhreti Türkiye sınırlarını aşarak Türk halkları arasında büyük nüfuz kazanmıştır.”
      Kitaba Azerbaycan’ın çok ünlü Türkologları  Prof.Dr.Gövher Bahşeliyeva ve Prof.Dr.Aydın Abıyev ön öz yazmışlar.  Gövher Hanım genç bilim insanı araştırmacı Seriyye Gündogdu’nun  konu üzerinde titizlikle çalıştığını, Türk Dünyasının önde gelen şairlerinden olan Mehmet Akif Ersoy’un azatlığın, özgürlüğün sesi olduğunu dile getirmiştir. Aynı zamanda şunu da demiş ki, bu eser Mehmet Akif şahsiyetine sonsuz sevgi ile yazılmıştır, bu sevgi sadece eser müellifinin değil, bütün Azerbaycan Türklerinin şaire olan sevgisidir.
       Mehmet Akif Ersoy hakkında yazılmış bu güzel araştırma hakkında kitabın editörü Prof.Dr.Aydın Abıyev şunları yazmaktadır:  S.Gündogdu  M.Akif Ersoy’un yaşamı ve yaratıcılığı hakkında Azerbaycan edebiyatı tarihinde ve Doğuşünaclık bilim alanında geniş, etraflı araştırma yapmıştır. O, şairin edebi, sosyal ve felsefi idealarını ışıklandırmış, yaşadığı dönemin sosyal problemlerine onun münasebetini aydınlatmaya çalışmıştır.   S.Gündogdu M.A.Ersoy’la ilgili Türkiye ve Türkiye dışında yayımlanmış bol malzemeden , edebiyat ilmi ile uğraşan ünlü bilim insanlarının teorik-estetik eserlerinden istifade etse en fazla dikkatini Mehmet Akif’in eserlerine yöneltilmiştir. O Mehmet Akif Ersoy’un fikir ve düşüncelerinden bol bol istifade etmiştir.
            Prof.Dr.A.Abıyev’in fikrince, S.Gündogdu Mehmet Akif Ersoy hakkında şunları  dikkatimize iletmiştir: M.Akif Ersoy hakkında yazılmış bu değerli eser istiklal şairine ithaf olunsa da geniş anlamda XX. asır Türkiye edebiyatının öğrenilmesinde, Azerbaycan-Türkiye edebi ilişkilerinin gelişmesinde önemli kaynaklardan biri olacaktır. Eserde okurların dikkatine sunulan ilmi fikirler ve söylenilen değerli düşünceler bu kanaate gelmeğe esas vermektedir.
         Bakı’da faaliyet gösteren Kafkas Üniversitesinin Öğretim Üyesi S.Gündoğdu’nun Mehmet Akif Ersoy’un Yaratıcılığında Sosyal Problemlerin Bedii Tecessümü adlı eseri giriş, üç fasıl, sonuç, son söz ve kaynaktan oluşmaktadır.
         Giriş bölümünde yazar eserde değineceği konulardan genel olarak konuşmaktadır: Zengin kültüre malik olan her bir milletin tarihinde ünlü fikir ve sanat adamları olmuştur, Türkiye edebiyatı tarihinde böyle insanlar çoktur. Onlardan biri de vatanı, milleti için canını feda eden azatlık mücahidi şair Mehmet Akif Ersoy’dur. Yazar şairin yaşadığı o dönemin önemli siyasi, içtimaı ve kültürel problemlerini gösteren, karışık bir döneme “şahitlik” eden Safahat eserinden söz açıyor ve der ki, edebiyat teorisi ile ilgili araştırmalar yapan bazı bilim insanları bu eseri o dönemin içtimai siyasi manzarasını dolgunluğu ile gösteren manzum roman adlandırırlar. S.Gündogdu eserinin giriş bölümünde M.Akif’in eserlerini bir bir tahlil ederek onlar hakkında birkaç kelime ile okurlarına bilgi vermiştir.  Şairin kaleme aldığı İstiklal Marşı’ndan konuşurken Türk milletinin birlik be beraberliğinin gayesini, milli mücadelenin ruhunu gösteren eser gibi bizlere takdim ediyor. Müellifin fikrince, M.Akif Ersoy hiçbir eser yazmasaydı bile İstiklal Marşı şiiriyle dünya edebiyatı tarihine altın harflerle yazıla bilirdi. M.Akif’in halkı düşünen fikirleri S.Gündoğdu’nun dikkatini celp etmiştir. O şairin bu fikrini esas alıyor:-Gülden, çiçekten aşktan yazmaktansa halka yol göstermek, yaralarına melhem sürmek lazımdır”. Milletini canı kadar seven şair şahsi dertlerini, duygularını kenara atıp halkının derdine derman olmaya çalışıyor. Araştırmacının fikrine göre, Sovyet kuruluşu çökene kadar M.Akif’in yaratıcılığını incelemek yasak idi. Onun azatlık fikirleri Rusya’nın esareti altında inleyenlerin, Rusya’nın esaretine karşı çıkanların ekmeğine yağ süre bilirdi. Ona göre de Azerbaycan’da M.Akif’in eserleri yasak idi. Hatta Sovyetlerin ilk yıllarında Türkiye’ye gelip M.Akif’in konuşmalarını dinleyenler, bu konuşmaları alkışlayanlar Rus şovinistlerinin eliyle buzlu Sibirya’ya gönderildi, komünist terörünün kurbanı oldular. Bunların içinde azatlık idealarını Mehmet Akif’in eserlerinden alarak yola çıkan Hüseyin Cavit, Ahmet Cavat var idi. S.Gündogdu M.Akif’in Türkiye’nin istiklali ve arazi bütünlüğü uğrunda ölüm dirim savaşında kalemi ve silahı ile ön sıralarda olmasından söz açmaktadır. Şair hem ön, hem de arka cephelerde halkın psikolojisini derinden öğrenmiş, yüzleştiği problemlerin nedenini açık aydın görmüştür. Şair problemlerin hallini İslami ve milli değerlerde görüyordu. Eserlerinin kökünde İslami ve milli değerler olduğu için onun eserleri ve bu eserlerin araştırılması Rusya’da yasaklanmıştı. Hatta şairin kendi memleketinde bile ona kötülük yapanlar olmuştur, onu retorik fikirler yayan, sanatkârlık değeri az olan, zayıf eserler yazan idealist şair demiştiler.
          S.Gündogdu M.Akif Ersoy hakkında Türkiye’de yapılan araştırmalardan da söz açmaktadır. İlk araştırma eseri şairin sağlığında ışık yüzü görmüştür, bu eser Süleyman Nazif’in “M.Akif – şairin zatı ve eserleri hakkında bazı malumat ve tahkikat” eseridir. Böylece, sıra ile o biri eserlerinin de ismini çekiyor ve birkaç cümle isle eserin içeriğini anlatmaktadır. Örneğin, yazar-şair Orhan Seyfi Orhon’un Mehmet Akif’in hayatı ve eserleri adlanan eseri 1937 yılında İstanbul’da Cumhuriyet matbaasında basılmış, şairi seven okurlara takdim edilmiştir.
         S.Gündogdu bir önemli meseleyi de dikkatimize ulaştırmıştır. Yazıyor ki, Sovyetler Birliği döneminde ciddi anti-Türk rejimine bakmayarak Azerbaycan’ın bilim insanları hayatlarını tehlikeye atarak M.Akif hakkında değerli eserler ortaya koymuşlardır. O insanlardan bir kaçının ismini söylemek makbule geçer. Örneğin; Ord.Prof.H.Araslı, Prof.Dr.P.Halilov, Prof.Dr. A.Abıyev, Prof.Dr.A.Nebiyev, Prof.Dr.K.Paşayev, Prof.Dr.V.Arzumanlı, Prof.Dr.A.Musayeva,, Prof.Dr.E.Cafer, Prof.Dr.C.Nagıyeva, Prof.Dr.A.Babayev vs. isimlerini söylemek mümkündür. 2005 yılında Türkiyeli yazar A.Tüylü Mehmet Akif’de Sosyal Problemler adlı eserini Azerbaycan Türkçesine çevirerek Bakı’da yayımlamıştır.
      M.Akif hakkında bu değerli eserin Birinci Faslı Edebi-İçtimai Muhit ve Mehmet Akif Ersoy adlanmaktadır. Eser müellifinin fikrince, Mehmet Akif’i daha iyi anlamak için onun yaşadığı döneme gitmek lazımdır. Bu fasılda yazar küçük başlıklara yer vermiştir. Örneğin Şairin hayatı, Edebi-İçtimaı Muhiti; bir de Şairin Yaratıcılığı.
          İlk küçük başlık altında verilen malumatta şairin hayatının en ince detayları ile tanış oluyoruz. Şairin annesi, babası yaşamı, ilk eğitimi vs.
               S.Gündoğdu’nun M.Akif’in yaratıcılığından söz açarken onun eline kalem alıp ilk eserlerini yazmasından konuşmuş ve demiş ki, şair ilk şiirlerini 17 veya 18 yaşlarında kaleme almıştır. Edirne’de baytarlık müfettişi olarak işe başladığında ilk gazellerini yazmıştır. Şairin ölümünden sonra yapılmış araştırmalarda yazılır ki, onun birçok şiirleri Safahat’a salınmamıştır.  Araştırmacı S.Gündogdu’nun yazdıklarından belli oluyor ki, Mehmet Akif ilk şiirlerini yazarken Bağdadi Ruhi’den etkilenmiş, Fars şairleri Sadi ve Hafiz’in, Türk şiirinin önde gelen isimlerinden olan Muallim Naci ve Abdulhak Hamit’in yaratıcılığına özel bir ilgi göstermiş, özel ve dini duyguları ifade eden şiirler yazmıştır. Yazar M.Akif şiirinin halk arasında bu kadar sevilmesini şöyle dile getirmektedir:  “M.Akif azim ve metanet sahibi, korku bilmeyen, oldukça mütevazi bir insan idi. Kendisini göze sokmayı bilmezdi, sözü ve ameli aynı idi. Yalanı sevmezdi, yalancılara karşı mücadele ederdi. Onun bu karakterini Safahat eserindeki Asim şiirinde görmekteyiz:
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem,
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım.
-Boğamazsın ki,
Hiç olmazsa yanımdan kovarım…
           Seriye Hanım Safahat’ın birinci cildinin edebiyat âleminde çok ses getirdiğini söylemiş ve bu hakta geniş makale yazan H.Sübhi Tanrıöver’in makalesinden söz açmıştır: “Safahat’ın en büyük değeri bize hasretini çektiğimiz benliğimizi göstermesidir.”.S.Gündogdu Akif’in 1914 yılında Belin’e gedmesinden, o seyahatle ilgili notlarından, Doğu ile Batı hayatının özelliklerini mukayeseli şekilde anlatan “Berlin Hatıraları” eserinden söz açmıştır. Yazar şairin Berlin’den sonra Mısır’a seyahatinden, onun Hz. Muhammet Peygamber’in mezarını ziyaret etmesinden, şairin kaleme aldığından söz açmıştır. Bu bölümün sonunda S.Gündogdu ölmez şairin edebiyat hakkında her dönem için önemli olan fikirlerini dile getirmiştir: “Edebiyat bu gün için içtimaiyatın gözünü açacak, ahlakını süsleyecek, bize edep dersi verecek özellikte olmalıdır. “ Kitabın yazarı M.Akif’in fikirlerine uygun olarak bu cümleleri dile getirmiş ve bununla da “Şairin Yaratıcılığı” bölümünü şöyle toparlamıştır: “Edebiyat “edeb” sözünden geliyor, bir terbiye aracıdır. Millet kendi şairinden çok şey umuyor. Eğer şair milletin derdini dile getirmezse, halkın derdiyle ağlayıp sevinci ile gülmezse böyle şairin yaratıcılık ömrü kısa olur. M.Akif’in bütün Türk Dünyası tarafından sevilmesinin sebebi de onun millet aşkı ile yanıp tutuşması olmuştur.
                S.Gündoğdu’nun eserinin 2’ci bölümü İçtimai Problemlerin Koyuluşu ve Edebi Yönden Araştırılması adlanmaktadır. Seriye Hanım bu bölümü aşağıdaki başlıklar halında vermektedir: 1. Eğitim meseleleri; 2. Cemiyette manevi değerler; 3. Avrupa ve Avrupa “kültürüne” münasebet; 4. Savaş ve milli mücadelenin edebi yönden tahlili;  5. Devletçilik ve Devlet idaresi.
           Yazar şairin eğitim hakkındaki fikirlerinden konuşurken onun dediği ölmez fikirlere müracaat ediyor: “Maarif… Maarif… Bizim için başka bir çare yoktur. Eğer yaşamak iste yirikse her şeyden önce maarife bakmalıyız. Dünya da maarifle, din de maarifle,  ahret de maarifle. Her şey maarifle bağlıdır.  Yazar diyor ki, M.Akif’in altıncı kitabı olan  “Asim” eserinde onun ilme, maarife, irfana verdiği değer göz önündedir:
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.
    Kitap yazarının fikrince şair milli mücadele yıllarında halka hitap ederken, camilerde vaazlar verirken, yazdığı şiir ve makalelerde maarifçiliğin ne kadar önemli olduğundan söz açmıştır. Şaire göre, ilimsiz ve cahil milletin geleceği yoktur.
         Mehmet Akife sevgi ve saygı yazılmış bu kitabın şairin eğitime verdiği değerle bağlı bölümünde önemli meselelere dikkat yetirilmiştir. Örneğin: aile-mektep-çocuk üçlüğü içerisinde geçirilen telim-terbiye meselesi. M.Akif’e göre çocuğu eğitmek küçük yaştan başlamalıdır. Şair cemiyetteki cahilliğin nedenini okulların yetersizliğinde görüyordu. Şair milletin cehaletten kurtulmayın yolunu ilimde ve öğretmende görüyordu. Şaire göre, öğretmen milleti ileriye götüren güçlü bir ordudur. Okulları dikkatten kenarda kalan, öğretmeni zayıflayan, ihtiyaç içinde yaşayan millet uçuruma yuvalanmaktadır. Şair diyor k, okul ve öğretmenlerin vazifesi öğrencilerine ilim vermektir. Kitabın yazarı M.Akif’in eğitim meseleleriyle bağlı fikirlerini ele alırken şairin aydın ve halk fikirlerine de dikkat yetirmiştir. M.Akif’e göre aydın fikirli insanlar halka onun anlaya bileceği şeylerden konuşmalı, onun duygu ve düşüncelerini ezip geçmemelidir. Kitapta şairin bu fikirlerine önem verilmiştir: Bizi kurtaracak yegâne çare maariftir, gerçek ve hakiki maarif. Ülkemize bun u getire bilsek, o zaman kurtuluruz. Maalesef, maarif ülkemize giremedi. Cahil halk yazıp okuyamıyor, yazıp okuyanlar ise ne dünyaya, ne de ahrete yaramayan bir sıra teori ile uğraşmaktadır”.
       Eğitim meselelerinden konuşan M.Akif bu işte komşu ülkelerin tecrübesinden söz açmayı da unutmuyor. Örneğin; Rus milletinden konuşurken onların ne kadar çalışkan olduğunu, Rus aydınlarının halkın menafiyi uğrunda gördükleri işlerden konuşmuştur. M.Akif’in aydın ve halk fikrinden yola çıkan S.Gündogdu burada da M.Akif’in Rus aydın fikirli insanlarından örnek getirdiğini söylemiştir ve onun bu fikrini aşağıdaki gibi özetlemiştir:  “M.Akif’e göre Rus halkının yüzde yetmiş faizi okuma-yazma bilmiyor, ama Rusya’daki aydınlar ısrarla halka taraf yönelmiş, onlarla yakından ilgilenerek sosyal bütünlüğü korumak yönünden halkı bilgilendirmeğe çalışmışlardır. Sonuçta Rus halkında belli bir ilerleyişin oluştuğunu, durumun değerlendirile bilecek bir duruma geldiğini söylemiştir.” M.Akif’in fikrince, ülkesinde aydın fikirli insanlar halkı göz ardı ederek faaliyet gösterir. Onun fikrince, halk için yazılan eserler başa düşülür şekilde yayımlıyor, halkın eğitim alması için istenilen yardım gösterilmiyor, aydınlar toplumun duygularına tercüman olamıyorlardır.
         S.Gündogdu  M.Akif hakkında yazdığı eserinde şairimizin  cemiyetteki manevi değerlere münasebetini bildiren fikirlerine de yer vermiştir. Kitap yazarının fikrince, M.Akif  “Fatih Kürsü” eserinde ahlak, marifet, fazilet konularını daha dolgun, ardıcıl şekilde göstermiştir. M.Akif ahlakın ve faziletin kaynağını dinden görmektedir. M.Akif’e göre, milletleri yaşatan esas amil milli ahlakı besleyen milli ruhtur, eğer ahlak çökerse millet mahıv olur. Şaire göre, cemiyette negatif hallerin çoğalması, cahillerin çoğalması ile ilgilidir.
        Kitap yazarının fikrince, M.Akif cemiyetteki manevi değerlerden konuşsa da kendisi de manevi yönden zengin bir insan olmuştur. Şair vefat eden arkadaşının beş evladını kendi evlatlarından ayırmamış, onları büyütmüştür. Bir de “İstiklal Marşı” için aldığı parayı kimsesiz çocuklar vakfına hediye etmiştir. Bunlar M.Akif’in manevi yönden ne kadar temiz bir insan olduğunu kanıtlamaktadır.
        M.Akif hakkında Azerbaycan’da basılmış bu kitaptan okuyoruz ki, şair cemiyetin temeli olan aile hayatına büyük önem vermiştir. Ona göre, mutluluk ve rahatlık yalnız aile hayatında mevcuttur. S.Gündogdu şairin aile münasebetlerine, kadın hukukuna ithaf olunmuş eserlerinden söz açmaktadır. Kadının dövülmesini, boşanmamı “Emri İlahi” olarak kabul edenlere karşı çıkmakla cemiyeti kurtarmaya çalışan M.Akif kadına yüksek değer vermiştir.
      S.Gündogdu’nun kitabının 2’i faslındaki bölümlerden biri de M.Akif’in Avrupa ve Avrupa “kültürüne” karşı münasebeti adlanır. Seriye Hanım asıl konuya –yani M.Akif’in Avrupa ve Avrupa “kültürüne” karşı münasebeti adlı konuya girmeden önce o dönemin Türkiye’sine kısa bir seyahate çıkıyor ve şunları dile getirmektedir: “Osmanlı İmparatorluğunun zayıflaması Avrupa’yı çok sevindirdi. Bir zamanlar Osmanlı padişahlarını gezdiren atların üzengisini öpmeği kendine şeref bilen Avrupalılar bu gün onun karşısında güçlü biri gibi durmuştur. Osmanlı Padişahının bir işaretinden korkuya düşen Avrupa kralları şimdi Osmanlı’nın zayıfladığını görüp onun iç işlerine müdahile ediyordular. Şimdi Avrupa’nın karşısında güçlü Osmanlı yok idi. “Medeniyet” maskesi altında “Savaş labüttür”, “Güçlü zayıfı ezer”, “Medeni milletler böyle olmalıdır” vs. siyasi sloganlar altında dünyanın dört yanında soykırımlar yapıyordular”. M.Akif Avrupa’nın İslam ülkelerindeki bu zulme karşı “Hakkın Sesleri” adlı kitabında hak sesini yüceltmiştir. Şair Fransızlarla savaşan Almanların çalışmakla uğur kazandığını ve bunun aynı zamanda halkla aydın fikirli insanların sağlam münasebet sonucunda olduğunu dile getirmiştir. S.Gündogdu yazıyor ki, M.Akif ilim ve teknolojiden konuşurken ilkin olarak milli ruha üstünlük vermiştir. Bu hakta o Japonların gördükleri işlere değer vermiştir. Şairin fikrince, Japonlar Batının elim ve teknolojisinden istifade etmişler, fakat taklit etmemişler. Onlar bunu manevi değerlerine esaslanarak ona uygun şekilde hayata geçirmişlerdir. Şair “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı eserinde Japonların uğur kazanmaları ile eşit olarak Türklerin geri kalmalarının nedenini de açıklamıştır.
         S.Gündogdu’nun kitabında M.Akif’in bu günle çok sesleşen bir bölümü de var. Rusya’nın elinin altında inleyen Müslümanların durumu.  Kitabın yazarı şunları söylemektedir: Şair “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı eserinde vaizin dilinden Rusya’yı tasvir etmiştir. Düşünen başlar kesilir, “medeni” Avrupa ise görmemezlikten geliyor. Bütün bunları M.Akif manzum şirinde böyle ifade etmektedir;
O zaman Rusya’da hâkimdi yaman bir tazyik,
Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik?
Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu!
Medeni Avrupa bilmem, niye görmezdi bunu?
           Evet, bu mısralar içimizi sızlattı. “Medeni” Avrupa bu gün Müslümanların, Türklerin hem sevinçli, hem kederli günlerine karşı sorumsuz olmaları bizi çok üzdü. Hocalı soykırımı Avrupa’nın umurunda değil, ama Avrupa Ermenilerin olmayan soykırımına “gözyaşı” dökmektedir. Keşke Mehmet Akif yasasaydı ve bunları görseydi…
          M.Akif’e ithaf olunmuş bu kitapta M.Akif’in yaratıcılığında savaş ve milli mücadelenin edebi yönden yansıması da vardır. Şaire göre, Osmanlı toplumunu sosyal çöküşe uğratan faktörlerden biri yoksulluk ve bir de devleti zayıflatan savaşlar idi. Birinci Dünya Savaşı, Balkan Savaşı vs. felaketler şairin şiirlerinde gösterilmiştir. Bildiğimiz gibi, 1914 yılındaki I.Dünya Savaşında Osmanlı Devleti zorla savaşa sürüklenmişti. Bu fırsatı elinden kaçırmayan Rusya Doğu Anadolu’ya hücum ederek orada çok yerleri işgal etti. Batı Devletleri de Rusya’dan geri kalmadılar, onlar da Çanakkale Boğazına girmeğe çalıştılar. 1918 yılında Mondros sözleşmesi ile Osmanlı İmparatorluğu çöktü. O günlerde Prof.Dr.M.Ergin yazıyordu: Kılıcın simgesi şanlı Türk Ordusu adına Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Atatürk, kalemin simgesi ise “Şehitler Destanı”, “Çanakkale Destanı” ile Mehmet Akif idi. S.Gündogdu yazıyor ki, o zorlu günlerde  Mehmet Akif Batıcıları, İslamcıları, Türkçüleri ve bütün aydınları milli birlik uğrunda birleşmeğe çağırıyordu. O günlerde M.Akif o günlerde Osmanlı’nın acı günlerini kaleme alıyordu. Şair yazıyordu ki, Osmanlı yeni ayrılmış balkan devletlerine mağlup olmuş, o günlerde Rumeli adlanan topraklarda yaşayan binlerce Türk’e soykırım yapılmıştı. O günlerde Vardar nehrinin suları kandan kıpkırmızı idi. Dağlar, taşlar “kırmızı ufukların altında her şey kıpkırmızı idi”.
          O günlerde Sırplar, Hırvatlar camileri hayvan ahırına çevirir, binlerle Müslüman Türkünün imzasını taşıyan şah eseri yok ediyordular. Balkanlardaki dehşete sabır edemeyen Mehmet Akif “bu insanlık dramını” yürek ağrısı ile kaleme almıştır.  M.Akif hakkındaki kitabın yazarı S.Gündoğdu XX.asrın başlarında Balkanlarda Türklerin başına getirilen bu olayları XX. Asrın sonlarında Karabağ’da yaşayan Azerbaycan Türklerinin başına getirilen olaylarla karşılaştırır. Biz de ona cevap olarak diyoruz ki, her zaman M.Akif’in dediği gibi, Batılıların kışkırtmasıyla başlayan bu olaylar Her zaman Türklerin faciasıyla sonuçlanmıştır, her dönemde de Batı bu olayları kenardan sakince seyir etmiş, müdahile etmemiş, bir kelime de söylememiştir.
         M.Akif ise bu olaylara sorumsuz kalmamıştır, yaşasaydı bu gün de kalemini kalbinin kanına batırarak ülkesinin ve Türk Dünyasının derdini dünyaya iletirdi.
         Seriye Hanım Çanakkale müjdesinin alan M.Akif’in sevincini güzel, anlamlı cümlelerle ifade etmiştir. Yazar der ki: “Çanakkale Destanı” eseri bu savaşta şehit ve gazi olan askerlerin hatırasına yüceltilmiş en büyük abide idi:
-Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana iki aguşunu açmış duruyor Peygamber!
              M.Akif hakkında bu değerli eseri yazan S.Gündogdu şairin İstiklal Marşı’ndan söz açarken şunları söylemektedir:-Bu eserde köke bağlılık, birlik, hem fikir olmak, Türk-İslam maneviyatı, vatan, millet, bayrak sevgisi vardır.
        Yazar M.Akif’in devletçilik ve devlet idaresi fikirlerini bir başlık altında toplamıştır. Şairin bu mefhumlar hakkında fikirlerini anlatırken yazar şairin Kuranı Kerim’deki devletçilik ve devlet idaresi hakkındaki fikirlerine istinat etmiştir. Şair devletten konuşurken devlet başçısının en önemli vazifelerinden olan adaletin yerini bulmasından konuşmaktadır. Gündoğdu yazıyor ki,  M.Akif “Asim” mesnevisinde şunları yazmaktadır: Sadece idarenin başında duran insan dürüst olmamalıdır, etrafındaki insanlardan da bunu talep etmelidir. M.Akif’in fikrince, devletin temel görevlerinden biri de vatandaşlarının kanuna uygun davranmaları için şerait yaratması, cemiyete zarar veren şahıslar hakkında gereken hukuki tedbirler görmesidir.
       S.Gündogdu’nun M.Akif hakkında yazdığı eserinin son bölümü M.Akif’in İçtimai-sosyal Konulu Şiirlerinin Sanatkârlık Özellikleri hakkındadır.  Yazar bu fasılda ilk önce şairin şiirlerinin içerik, forma ve türlerinden, İstifade ettiği aruz formalarından, Dil ve üslup özelliklerinden sohbet açmaktadır.
      Seriye Hanım il önce şairin “Sanat cemiyet içindir” fikrine önem vermiş, şairin sözleriyle bu fikri bir daha onaylamıştır: “Cemiyete, insanlara hayır vermeyen sanat yerin dibine batsın”. S.Gündogdu der ki, şair ömür boyu bu düşünce ile yaşamıştır, aynı zamanda şair edebiyatın cemiyetteki rolünü yüksek değerlenmiş, onun etki gücüne inanıyordu. M.Akif’e göre, konunun seçilmesi ve düzgün istifade edilmesiyle beraber fikrin etkili tasviri de yaratıcılığın önemli şartlarından biridir.  Tasvirlerde esas maksat olayı eşyalar aracılığı ile vermektir. Örneğin, dilencinin sefaletini göstermek için o zavallının evindeki bütün çıplaklığı ile merhamet uyandıracak ne kadar eşya varsa onları göstermek daha etkili olacaktır.
     S.Gündogdu’nun fikrince M.Akif eserlerini en çok sevdiği aruz vezninde yazmıştır. M.Akif’in şiirlerinin dil ve üslup özelliklerinden konuşan S.Gündoğdu bu konu ile ilgili şunları yazmaktadır:  M.Akif’in yaratıcılığında Türk dili bütün güzelliği ile öz aksini bulmuştur. M.Akif Türk dilini aruza en mükemmel uygunlaştıran sanatkâr idi. M.Akif dilde sadelik taraftarı idi. İlk şiirlerinde Arap, Fars kelimeleri kullansa da çağdaş şairlerden farklı olarak şiirlerini halk arasında istifade olunan konuşma dilinde kaleme aldığını görmekteyiz. Aynı zamanda M.Akif büyük sevgi ile ömrü boyu sanat felsefesine sadik kalmış, şiirlerinde işlediği bedii ifade vasıtalarının tabii ve gerçekliğe uygun olmasına çalışmıştır. O eserlerinin daha etkili ve güzel olması için bedii ifade vasıtalarından maharetle istifade etmiştir.
       Genç araştırmacı Seriye Gündogdu Türk Dünyasının büyük şairi Mehmet Akif’e sevgi ve saygı ile yazdığı bu eser üzerine çalışırken çok sayıda çeşitli dillerde edebiyattan istifade etmiştir. O Azerbaycan ve Türkiye Türkçesiyle, Rus ve İngiliz dillerinde çok sayıda edebiyattan kaynaklar almıştır. Eserin sonunda M.Akif’in hayat ve faaliyetini aks ettiren resimler de vardır.                                  
            Sonuca gelmeden onu da diyelim ki, Bakı’da faaliyet gösteren Kafkas Üniversitesi 2013 yılının Mayıs ayında Türk Dünyasını Işıklandıranlar: M.Akif Ersoy ve Hüseyin Cavit konulu Uluslararası sempozyum düzenlediler, o sempozyuma dünyanın dört tarafından Mehmet Akif Ersoy ve Hüseyin Cavit sevdalıları gelmişti. Bu sempozyum bir daha kanıtladı ki, Azerbaycan Türklerinin M.Aki’fe dünya boyda sevgisi ve saygısı vardır. Sempozyumun düzenlenmesinde Mehmet Akif Ersoy kitabının yazarı Dr.Seriye Gündoğdu’nun büyük emeği vardır.
                  Eserin “Sonuç” bölümünden sonra “Son Söz Yerine” isimli yazını Dr.Raşit Tahmezoglu yazmıştır. Bilim insanı Mehmet Akif’ten sevgi ile konuşuyor ve bunları dile getirmektedir: Azerbaycan okurları M.Akif’i şimdiye kadar “İstiklal Marşı” şairi gibi tanıyordularsa, Türkoloji’mize kazandırılan bu eser sayesinde Mehmet Akif’e Safahat ışığında bakacak, onu saygı ile anacaklar. Bu sevginin yolu ebediyete kadar uzayacaktır.
          Biz de bu fikirlere ortak olduğumuzu söylüyoruz ve diyoruz ki, öyle eserler Türk dünyasını kaynaştıracak, dünyada yaşayan Türklerin kalbinde Mehmet Akif’e büyük bir sevgi ateşi yakacaktır. Ne kadar ki, Türk Milleti var onun büyük şairi, azatlık mücahidi Mehmet Akif Ersoy da vardır. Artık Mehmet Akif Azerbaycan Türklerinin de evladıdır, o Azerbaycan şairidir.

20 Kasım 2015 Cuma

Suriye'de Bayırbucak Türkmenleri ateş altında...

ÖZ KARDEŞLERİMİZ; SURİYE TÜRKMENLERİ HAİN ATEŞ, KALLEŞÇE ZULÜM, İŞKENCE VE BASKI ALTINDA
Bayırbucak Türkmen köyü, cinnet getiren insanlık düşmanlarının ihanetine maruz. Türkmen kardeşlerimiz karadan ve havadan saldırıya uğradı. Türkiye, neden ve niçin "hain saldırıya" müdahale etmiyor?.. 
HATAY'ın Yayladağı İlçesi'nin karşısındaki Suriye'nin Bayırbucak Türkmenleri bölgesine dün; Suriye Devlet Başkanı eli kanlı Beşşar Esad'a bağlı birliklerin karadan, Rusya'nın ise havadan ve denizden düzenlediği “Türkmen Bölgesini hedef alan” saldırılar bölgede büyük bir tedirginlik, korku ve bombardımanlar sonucu oluşan yıkım yarattı.
SALDIRILARIN BİLİNEN İLK BİLÂNÇOSU
Saldırıların bilinen ilk bilançosu ise Hatay'a getirilen 4 yaralı Türkmen'den 1'inin hayatını kaybetmesi oldu. Dün gerçekleşen saldırıda patlama sesleri Yayladağı İlçesi'nden de duyulurken Rusya'nın saldırılar sırasında, Akdeniz açıklarında demirlemiş gemilerinden de çok sayıda atış yaptığı bildiriliyor. Saldırıda çok sayıda Türkmen'in yaralandığı belirtilirken, 3 yaralının Mustafa Kemal Üniversitesi sağlık ve Uygulama Araştırma Hastanesi'nde tedavisi sürüyor. Esad güçlerinin kontrolündeki Yayladağ sınırımızla komşu olan Lazkiye'nin Bayırbucak bölgesine hâkim tepeleri de rejim güçlerinin kontrolü altına aldığı belirtiliyor.
ESAT GÜÇLERİ MEVZİ KAZANIYOR
Bu takdirde Esad güçlerinin mevzi kazanmış olacağına dikkat çekiliyor. Daha önce de zaman zaman PYD ve Özgür Suriye güçleri aynı bölgeyi kontrol altına alarak denize bir kapı açmaya çalışmış, bu nedenle muhaliflerle rejim güçleri arasında çatışmalar yaşanmıştı. Sınırımızdaki Yayladağ halkı, bu sıcak gelişmelerde kullanılan silahların kendilerine zarar vereceği endişesini  taşıyor.
20 BİN TÜRKMEN ÇADIR KENTLERE SIĞINDI
Suriyeli yerel kaynaklar, Bayırbucak Türkmenleri bölgesine 3 gün önce başlayan saldırılarda çok sayıda Türkmen’in hayatını kaybettiğini, çok sayıda yaralı bulunduğunu bildiriyor. Saldırılar nedeniyle 18 Türkmen köyünün boşaltıldığı ayrıca can güvenliği nedeniyle binlerce kişinin Yayladağı İlçesi’nin karşısındaki Lazkiye’nin Yamada Köyü’nde bulunan çadır kentlere sığındığı, çok acil gıda ve çadıra ihtiyaçları olduğu belirtiliyor.
İDLİB’E HAVA SALDIRI DÜZENLENDİ
Öte yandan Esad’a bağlı uçaklar bugün de İdlib’in muhaliflerin kontrolündeki Albara ve Mart Alnoaman köylerine hava saldırısı düzenledi. Saldırıda çok sayıda sivilin hayatını kaybettiği kaydedildi. (Ankara: Ulusal Haber & Ulusal Ajans) 

28 Ekim 2015 Çarşamba

ÖLÜM AYRILIK DEGİL… Unutulmaz Hocam İsa Kayacan’ın Aziz Hatırasına

ÖLÜM AYRILIK DEGİL…
Unutulmaz Hocam İsa Kayacan’ın Aziz Hatırasına
Prof. Dr. TAMİLLA ALİYEVA
Aziziyim su yazda,
Buz bağlamaz ayazda.
Sana hasretiz İsa Hocam,
Öten yaz da bu yaz da.
Ölüm haberini internetten okudum, anında şaşırıp kaldım, ilk dediğim söz bu oldu:- Hayır, olamaz.  Her telefon konuşmasında iyiyim, doktorlar diyor ki, tedavim iyi sonuçlar veriyor. Ne oldu? İyi sonuçlar ölüme mi götürdü. Şimdi anladım, doktorlar onu ümitlendirmek için böyle diyordular. Ben de burada inanırdım, aslında hastalığının ne olduğunu bana söylememişti, sadece bir az rahatsızım, ama doktorlar korkulu bir şey olmadığını söylüyorlar – demişti. Ben de ölümü ona yakıştırmadığım için ona da, doktorlara da inanmıştım. Hala da ölümü ona yakıştıra bilmiyorum. Haftada bir defa arardı beni, konuşurduk, şiirden, sanattan, Türk Dünyasından, yeni kitaplarımızdan, makalelerimizden… Her defasında telefonu kapatmadan bir gün mutlaka Eskişehir’e geleceğim, Azerbaycan mutfağını çok özlemişim – diyordu.  Hep bekliyordum… Hala da bekliyorum, her telefon sesinde İsa Hoca’mdır –diyorum. Ama yok. Bekleye bekleye bir sene de oldu, ben hala inanamıyorum. İnanmadığım halde bir gün beni İsa Hoca’mın ölümünün bir senesi münasebetiyle Burdur’a ve Ankara’ya davet ettiler. Burdur’dan Ahmet Ali Bilgen Hocam, Ankara’dan titrek sesiyle, gözyaşlarını içine dökerek İsa Hoca’mın sağ eli olan kızı Gül Kayacan aradı:-Babamın ölümünün bir senesi nedeniyle Ankara’da anma töreni olacak, gele bilir misiniz?  Derslerimin çok olmasına bakmayarak anında:-Mutlaka geleceğim – dedim.
Güzel bir son bahar gününde yüzümde dünyanın kederi Burdur’a giden otobüse bindim. Kafamda İsa Hocamla ilgili bir birine karışmış anılar vardı. Şaşkınlıktan telefonumu bile evde unuttum. Ne yapacaktım? Burdur’da arayacağım insanların telefon numaraları da o telefonda idi. Bir anlığa sanki ıssız bir adaya düştüm. Ne yapacağımı bilmedim. İsa Hocamın ruhunu çağırdım. Anında yardım etti. Yıllarca dostluk ettiği şair yazar Abdullah Satoğlu’yu aradım, sonra manevi evladı Mustafa Ceylan’ı buldum, sonra Ahmet Ali Beyi…
Otobüste yanımdaki yer boş idi, aslında İsa Hocam idi yanımda. Yol boyu konuştuk onunla. Azerbaycan anılarını paylaştık, sonra şair, yazar kardeşlerini çok “özlediğinizi” söyledi bana.  Ah, İsa Hocam nasıl da beyaz güvercin gibi göklere uçtunuz, mavi bulutların içerisinde kayıplara karıştınız. Belki de meçhul gemiye binip geri dönmeyecek şekilde bir yolculuğa çıktınız, sevenleriniz rıhtımda ve bu seyahatten elemli. Kızlarınız günlerce siyah ufuklara baktılar, gözleri nemli… Kim der ki, İsa Hocam gittiği yerden memnun…Sevdiklerinden ayrı kalmak:
Arazı ayırdılar,
Kum ile doyurdular.
Ben sizden ayrılmazdım,
Zülüm ile ayırdılar…
Toplantıyı Burdur Araştırmacı Yazarlar ve şairler Derneği, kısa adı BAYŞA-DER düzenlemişti. Panel başlamadan önce Prof.Dr.İsa Kayacan’ın aziz ruhuna dua okundu. Sonra ise Kayacan’ın hayat ve faaliyetini aks ettiren sinevizyon gösterimi oldu. Derneğin 1.Başkanı Ahmet Ali Bilgen, 2.Başkanı Yusuf Çakar’dır. Toplantı Prof.Dr.İsa Kayacan’ın hayat ve yaratıcılığı ile ilgili panelle başlandı. Panelde Yusuf Çakar ve Hüseyin Kayacan sunum eşliğinde İsa Hocamızın yaşam öyküsünü anlattılar. İsa Kayacan’ın yazarlığı ve araştırmacılığı ile ilgili  Sebahat Gümüş, Melahat Ecevit ve Zafer Azaklı, İsa Kayacan’ın yazarlığı M.Cem Yiğit, Turan Atasever, Anılarla İsa Kayacan konusunu Mustafa Ceylan, İsmail Kara, Gazetecilik Yönüyle İsa Kayacan adlı makale ile Burdur Gazeteciler Cemiyeti Onursal Başkanı  Ercan Taraşlı konuşa yaptı. Daha sonra Burdur Yeni Gün gazetesinin muhabiri  Kurşat Tuncel, İsa Kayacan’a yazılmış şiirler ve makaleler hakkında Ahmet Can, Adnan Taraşlı, Ömer Yurtseven, Şiirlerle İsa Kayacan konusunu Zeki Çelik, Ali Gözütok, Hüseyin Kaya, Anılar ve şiirler konusu Ahmet Canbaba, Hatice Canbaba, Mansur Ekmekçi, İsa Kayacan ve Türk Dünyası konusunu Eskişehir Osmangazi Üniversitesinin öğretim Üyesi,  Azerbaycan Gazeteciler ve yazarlar Birliği Üyesi Prof.Dr.Tamilla Aliyeva  konuşma yaptı.  Panel Burdur’daki Atatürk Kültür Merkezinin salonunda oldu. Burdur ve çevresinden, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden İsa Kayacan Hocamızı sevenler salonda idi.  Antalya’dan İsa Hocamızın manevi oğlu Mustafa Ceylan ve Mansur Ekmekçi,  İzmir’den Turan Atasever,  Isparta’dan Melahat Ecevit, Zeki Çelik, Kütahya’dan Bekir Goncu, Ankara’dan her zaman hocamızın hizmetinde canla başla duran vefalı kızı Gül Kayacan ve en yakın arkadaşı İsmail Kara, aynı zamanda İsa Hocanın canı kadar sevdiği Azerbaycan’dan ve onu çok seven Azerbaycan Türkleri adından ben vardım.
Panel sona erirken İsa Kayacan’ın kızı Gül Kayacan ailesi adından Burdur Valiliğine, Belediye Başkanına, BAYŞA-DER’e babasına gösterdikleri saygı içi teşekkür etti.
İ.Kayacan’ın ebediyete kavuşmasının bir yılı ile ilgili Azerbaycan’dan, Türkmenistan’dan, Kazakistan’dan, Balkanlardan, Kerkük’ten çok sayıda şair, yazar aradı.  Azerbaycan’dan Bakı Devlet Üniversitesinden Öğretim Üyesi, şair yazar Sona Çerkez mektup göndererek İsa Kayacan’ın ölümünün 1 senesinde toplantı geçirildiğini, onun ruhu için dualar okunduğunu yazdı. Sona Çerkez daima İ.Kayacan’a yeni basılmış kitaplarını gönderiyordu, Hocamız da o kitaplar hakkında tanıtım makaleleri yazıyordu. Dünyanın çeşitli ülkelerinden arayanlar bu toplantıyı düzenledikleri izin Burdur BAYŞA-DER’in Başkanı Ahmet Ali Bilgen’e, Şair ve Yazarlar Derneğinin her bir üyesine teşekkür ettiler. Onlar İsa Hocanın Türk Dünyası için gördüğü güzel işleri anlattılar. Anma töreninde İsa Hoca’nın kitaplarından oluşan sergi açıldı, her kes sergiye büyük ilgi gösterdi.
Sabahı gün İsa Hocanın anma törenine gelen misafirler ve İsa Hocamızı çok seven Burdurlu şair ve yazarlarla birlikte İsa Beyin doğup büyüdüğü bütün eserlerinde severek yazdığı Tefenni ve Ece köyüne yollandı. Yol boyu İsa Kayacan Hocamızla ilgili anılar söyledik, zaten o yanımızda idi, her zamanki gibi susuyor, bizleri dinliyordu. Bir az Tefenni’de kaldıktan sonra İsa Hocamızın doğduğu Ece köyüne yollandık. Doğduğu ev uçulup dökülmüştü. Ama İsa Hocanın şiirlerindeki ağaçlar, su kuyusu yerinde idi. Onlar da bizim gibi mahzun idiler, “dertten” dilleri lal olmuştu, bir şey söyleyemediler. Biz de onlar gibi İsa Hocanın hüznü ile yaşıyorduk. Onlar dertli biz dertli… İ.Kayacan Hocamızın kızı Gül hepimizi duygulandırdı. Elini İsa Hocamızın çok sevdiği elma, nar, ceviz ağaçlarını gövdesine sürdü, fısıltı ile:-Babam mutlaka sizleri özlemiş, her geldiğinde sizleri kucaklar, yüzünü gövdenize sürerdi. Şimdi babamın yerine ben sizi kucaklıyorum. Babamın sizinle ilgili çok anıları vardır. Babamı unutmayın…
Ece köyündeki camide Prof.Dr.İsa Kayacan’ın ruhuna dualar okundu, gelenlere helva dağıtıldı. Sonra İsa Kayacan’ın adını taşıyan ve İsa Beyin kendi eliyle kurduğu kütüphane ziyaret edildi. O anda İsa Hocamızı yanımızda his ettik. Her tarafta onun kitapları, onun elinin düzeni vardı. Kütüphaneyi ziyaret eden şair ve yazarlar kendi kitaplarını kütüphaneye hediye ettiler. Anma töreni köy meydanında – açık havada, İsa Hocanın çok sevdiği çınarların altında oldu. Toplantıya başlar başlamaz bir anlık rüzgâr geldi, o rüzgârdan heyecanlanan çınarlar yapraklarını ellerimize döktüler. Aslında o rüzgar sıradan bir rüzgâr değildi, o rüzgar İsa Kayacan idi, sevdikleri onu köy meydanında anarken  Ankara’da mezarda kalamamış, uçup Ece’ye gelmiş, çınardan yapraklar alarak bizim ellerimize dökmüştü, o yapraklar  İsa Hocanın elleri idi, bizim ellerimize dökülerek, ellerimizi okşayarak teşekkür ediyordu. Bu olay toplantıya gelenleri çok duygulandırdı, her kes elindeki yaprağı öptü, İsa Hocanın elini öper gibi..
Ece köyünün muhtarı, İsa Hocanın okul arkadaşları, köy aksakalları konuşmalar yapıp gelen misafirlere hem yerlileri İsa Kayacan’ın adını böyle onurlandıkları için teşekkür ettiler. Türkiye’nin dört tarafından gelen Kayacan severler onun hakkında anılarını dile getirdiler, yazdığı eserlerden konuştular.
İsa Kayacan’la bağlı toplantıların sunuculuğun hocamızın manevi kızı şair, yazar Aysel Al yaptı. Bütün toplantı iştikakçıları, BAYŞA-DER ’in Başkanları Aysel Al’a teşekkür ettiler.
Böylece, Burdur’dan ayrılmak zamanı geldi, ayrılık zor olsa da ayrılmak zorundaydık, çünkü İsa Kayacan Hocamızın ikinci anma töreni Ankara’da idi. Oraya yetişmek zorunda idik. Yolculuktan önce İsa Hocamı her zaman evinde ağırlayan emekli öğretmen, şair yazar Sabahattin Gümüş’ün misafiri olduk. Aslında bu misafirlik de sıradan misafirlik değildi. Bir şairin evinde Hocamızın aziz ruhunu yâd edecektik. Sabahat Hanım İsa Hocamızın çok sevdiği yemeklerden bize ikram etti, dualar okundu, helva ikram edildi. İsa Hocamızla ilgili anılar bizi gözyaşlarına boğdu. İsa Hocamın kutsal ruhunun bu kadar aziz tutulduğunu gördüğümde gözyaşlarımı sildim, sadece onurlandım, keşke her kes bu kadar sevilseydi. Ne güzeldir halk, millet tarafından böyle yüksek değerlendirilmek… İsa Hocam cennetten mutlaka bizi görmektedir.
Ankara yolculuğu başlandı. Mustafa Ceylan, Aysel Al ve ben. Yol uzunu söz, sohbet İsa Hocamız oldu. Bazen duygulandık, bazen tatlı sohbetlerini hatırlayıp gülümsedik.
Bu da   İsa Hocamızın yeniyetme çağından bir parça ekmek için geldiği, burada çok meşhur olacağını, buradan bütün dünyayı kucaklayacağını, burada ebedi  kalacağını aklının kıyısından geçirmediği Ankara…  Başkentimiz bizi moralsiz karşıladı. Her yan sis, duman, soğuk. Belki de Ankara İsa Hocamızla birlikte geleceğimizi “düşünmüştü”. Kim biliyor. Şimdi İsa Hocasız geldiğimizi gördüğünde yüzümüze bakmak bile istemiyordu. Ama biz gelmiştik, İsa Hocanın ruhunu sevindirmek için gelmiştik. Gelmeseydik ömür boyu kendimizi af etmeyecektik. Aysel’n fakirhanesinde onun alil acele kurduğu kahvaltılık sofrasında ekmeğimiz gözyaşıyla karışık yedik. Anılar, yine anılar.
Prof.Dr.İsa Kayacan’ın vefatının 1.Yıldönümü Anma Toplantısı Türk-İş Konfederasyonu Konferans salonunda idi. Toplantıya hem Ankara’dan, hem de Türkiye’nin çeşitli yerlerinden çok sayıda bilim insanı, eski bakanlar, eski Millet Vekilleri,  gazeteci, yazar, şair, İsa Hocanın dostları, aile üyeleri, sevenleri  katılmıştı. Paneli İsa Kayacan Hoca ile şiir, sanat yolunda birlikte adımlayan Kerkük Kültür Derneğinin Başkanı Dr.Şemsettin Küzeci açtı. Onu da diyelim ki, bu toplantının düzenlenmesinde Türkmen eli Kültür Merkezi, Gülce Edebiyat dergisi, İLESAM, Türkiye Gazeteciler Federasyonu,  Türk-İş, Dünya İletişimciler Derneği vs. içtimai birlikler el ele çalışmıştılar. Anma töreninin açılışında ilk önce İsa Kayacan’la çalışanlar söz aldılar, panelde ise Prof.Dr.Tamilla Aliyeva, Prof.Dr.İrfan Nasrettinoğlu, Abdulla Satoğlu, Mustafa Ceylan konuştular. Anma törenine katılanların her biri İsa Kayacan Hocamızın şiir, sanat dünyasından, vatan, millet sevgisinden söz açtılar. Gençlerin kalbinde yazıp yaratmak aşkının güçlenmesinde onun gördüğü işleri dile getirdiler. İsa Kayacan’ın torunu Filiz Kayacan’ın kızı Nazlı dedesinin örnek bir insan olduğunu, onun yolunu devam ettireceğini dile getirirken çok hüzünlendi, gözyaşları Nisan yağmuruna döndü. Gerçekten İsa Kayacan Nazlı’nın yazılarını, şiirlerini gazetelerde yayımlarken sanki dünya onun olurdu, yüzünde güneş doğuyordu. Nazlı sahnelere dedesinin elinden tutarak çıkıyordu. Şimdi gözleri salonda dedesini arıyordu, o ise torununa cennetten bakıyordu.
Anma töreninde İsa Kayacan’ın ruhuna dualar okundu, kızları Gül ve Filiz Kayacanlar babalarının ruhuna saygı gösterdikleri için toplantıya gelen, konuşmalar yapan her bir insana teşekkür ettiler:-Babamız bir daha kanıtladı ki, ölüm ayrılık değil, bu gün burada olanlar babamızın gördükleri işleri hatırlamakla onun ölmediğini dediler. Bu kadar eser veren, bu kadar insanın kalbinde sevgi tohumu eken, vatanı, milleti için canını feda eden insanları ölüm yenemez. İsa Kayacan yaşıyor, o ölmedi, onun ölümü ayrılık değil…

19 Ekim 2015 Pazartesi

Vefatının 1. Yıl Dönümünde "ANADOLU BASINININ İMPARATORU PROF. DR. İSA KAYACAN" Ankara’da Anıldı

VEFATININ BİRİNCİ YIL DÖNÜMÜNDE,  "ANADOLU BASINININ İMPARATORU" PROF. DR. İSA KAYACAN, ANKARA’DA ANILDI
Dr. Şemsettin Küzeci
Kerkük Kültür Derneği başta; TÜRK-İŞ Konfederasyonu, Türkiye Gazeteciler Federasyonu, Dünya İletişimciler Derneği, Dünya Gazeteciler Federasyonu, Kerkük Kültür Derneği, İLESAM, Toplumsal Düşünce Derneği, Kemalist Atılım Birliği, Gazeteciler Cemiyeti,  ve Gülce Edebiyat ile Türkmeneli Kültür Merkezi dâhil olmak üzere, Ankara’da faaliyet gösteren birçok Sivil Toplum kuruluşu, Vefatının 1. Yıldönümünde Anadolu Basınının İmparatoru Prof. Dr. İsa Kayacan’ı Ankara’da Andılar. 17 Ekim 2015 tarihinde Ankara Türk- İş Konferans Salonunda gerçekleşen Anma Toplantısı Eğitimci Yazar Arzu Kök’ün sunumuyla başladı. Saygı duruşu ve İstiklal Marşının okunmasından sonra Kerkük Kültür Derneği ve Organizasyon Komitesi Başkanı Dr. Şemsettin Küzeci açılış konuşması yaptı.
Protokol Konuşmaları
Protokol konuşmalarında Orman (e) Bakanları Hasan Ekinci ve Halit Dağlı, İsa Kayacan’ın verimli çalışmalını dile getirdiler. Devlete sadık bir birey olarak nasıl hizmet ettiğine vurgu yaptılar. İsa Kayacan’ın torunu Nazlı Aykut duygusal bir konuşma yaparak dedesi İsa Kayacan’ı gözyaşları içinde anlattı. Türkmeneli Kültür Merkezi Başkanı Dr. Mustafa Ziya, İsa Kayacan’ın başta Türk dünyası olmak üzere Irak Türkmenlerine yapmış olduğu hizmetlerinden söz etti. Ardından da Türkmeneli Kültür Merkezi adına Kayacan’ın Kızı Gül Kayacan Hanımefendiye bir Anı Plaketi takdim etti. RTÜK Daire Başkanı Yusuf Turan, Ankara Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin ve Yardımcısı Savaş Kıratlı’nın selamlarını ileterek, Kayacan’ın anısına bir çelenk gönderildiğini söyledi. Turan; İsa Kayacan’ı güzel bir şekilde anlatarak BYEGM indeki çalışmalarından bahsetti.
İsa Kayacan Paneli
Prof. Dr. İsa Kayacan’ı her yönüyle anlatmak amacıyla bir Panel düzenlendi. Panel’i Dr. Şemsettin Küzeci yönetti. Konuşmacılar ise: Anayasa Mahkemesi (e) Başkanı Yekta Güngör Özden, Araştırmacı- Yazar Prof. Dr. İrfan Ünver Nasrattinoğlu, Araştırmacı Yazar Prof. Dr. Tamilla Abbasova, Gazeteci Yazar Abdullah Satıoğlu ve Şair Yazar Mustafa Ceylan İsa Kayacan’ı bütün yönleriyle anlattılar.
Kayacan Ailesine Ödül
İsa Kayacan’ın ailesine Türkiye Gazeteciler Federasyonu tarafından bir hizmet ödülü takdim edildi. Ödülü Genel Başkan Yılmaz Karaca’nın Danışmanı Ahmet Kanbur takdim etti. İkinci bir ödül ise İsa Kayacan’ın torunu Nazlı Aykut’a verildi. Ödül Kerkük Kültür Derneği Başkanı Dr. Şemsettin Küzeci tarafından takdim edildi.
İsa Kayacan Anı Defteri
Kayacan’ın anma toplantısının birinci bölümü sonrası “İsa Kayacan için” Çay ve ikram molası esnasında “Anı Defteri” açıldı. Katılımcılar Kayacan hakkında duygu ve düşüncelerini anı defterine yazdılar. Birbirinden anlamlı sözlerle ifade edilen yazılarda, Kayacan dostları tarafından günüllerde yaşayacaktır.
Şair ve Yazarlar Vicdanında İsa Kayacan
Bu oturumda Kayacan hakkında şairler ve yazarlar; Azerbaycan’dan Tamilla Abbasova, KKTC’den Ahmet Köksal, Kerkük’ten Mustafa Ziya, Dr. Şemsettin Küzeci, Söke’den Abdülkadir Güler, Samsun’dan Rıfat Kaya, Eskişehir’den Rabia Barış, Antalya’dan Mustafa Ceylan ve Ankara’dan İsmail Kara, Mustafa Nevruz Sınacı, Aysel Al, Durak Turan, İlhami Nalbantoğlu, Murat Duman ve Lider Anaç; Kayacan hakkında anılarını, hizmetlerini, insanlığını, şairliğini, yazarlığını, yardım severliğini ve eserleri ile “adam gibi adam” olduğunu övgülerle açıklayıp, anlattılar.
Aşrı Şerif ve Dua
Kayacan’ın vefatının 1. Yıldönümü anısına Kayacan için aşrı şerif ve dualar okundu. Ardından da kapanış konuşmasını Dr. Şemsettin Küzeci yaparak, Kayacan’ın kızları, Gül ve Filiz Kayacan, torunu Nazlı ile anma toplantısı hazırlık komitesi üyeleri: Gül Kayacan, İsmail Kara, Mustafa Nevruz Sınacı, Mustafa Ceylan, İlhami Nalbantoğlu, Murat Duman ve Arzu Kök’ü sahneye çağırılarak katılımcılara teşekkür edildi.

İsa Kayacan’ın Torunu Nazlı Aykut’un; Dedesi Prof. Dr. İSA KAYACAN’ın Vefatının 1. Yıldönümünde yaptığı konuşma

Torunu Nazlı Aykut’un Dedesi İSA KAYACAN'ın vefatının 1. yıldönümünde yaptığı konuşma
"Hiç kimse, kendi ölümüne ağıt yakamaz..."
İşte benim dedem, canımın içi insan, kendisi için yaktığım ağıtları umarım duymuştur. Umarım beni görüyordur çünkü ben onu görme, onunla konuşma yetilerinden artık yoksunum. Dedem, benim için çok farklı bir insandı. Kimi zaman babam olur; bana öğütler verir, beni uyarırdı. Kimi zamansa kendisini benimle neredeyse yaşıt görür, benim çocukça zevklerimden pay alırdı.
O benim için her şeydi. Sadece dedem değil, benim o anda kime ihtiyacım olursa birden o kişiye bürünürdü ve beni kesintisiz olarak eğlendirirdi. Beni hiçbir zaman eleştirmedi, bana hiç kızmadı veya beni azarlamadı. O, beni en iyi anlayan kişiydi. Yanındayken kendimi güvende hissetmediğim olmamıştır. En güzel hatıralarım aklıma geldiğinde şöyle bir bakıyorum ve bu hatıraların hepsini dedemle yaşadığımı görüyorum.
Evet, ben en güzel anılarımın hepsini dedem İsa KAYACAN ile yaşadım. Ne mutlu ki böyle yüce bir insan benim dedemdi ve bana her alanda destek verdi, tavsiyelerde bulundu, ileri görüşlülüğü sayesinde beni tehlikelerden, umutsuzluğa düşmekten alıkoydu. Bazen bir işe kalkıştığımda ne yapacağımı bilemediğim bir noktada buluyorum kendimi. Hemen soruyorum kendime "Dedem olsaydı ne yapardı?" diye. İşte o zaman en doğru cevabı bulduğumu anlıyorum...
En çok ihtiyaç duyduğum anlarda o hep yanımdaydı. En umutsuzluğa düştüğüm yerlerde bile bana umut aşıladı. Bana kimse inanmazken o inandı, kimse güvenmezken o güvendi çünkü biliyordu, benden çok çok daha tecrübeliydi... Onu her zaman arıyorum, şu an bile. Beni bir yerlerden izlediğine ve hafifçe tebessüm ettiğine eminim çünkü ben O'na verdiğim sözlerin hepsini tutuyorum, İsa Kayacan’ın torunu olarak her an asaletimi koruyorum çünkü biliyorum ki, O da böyle olmasını isterdi. Her zaman başı dik, umut dolu, sevgi dolu, disiplinli ve hiçbir güçlük karşısında yılmayan İsa Kayacan’ın kızları ve torunları da kendisi gibi olmalıydı... 
Ve gidişi... Uzun süre önce gitmişti....
Öyle ansızın, öyle acılarını yuta yuta. Susa susa ve de yaşayamadıklarını bilmeksizin gitmişti... O benim sol yanım, can yanım, ben yanım, ikinci babam... Gitti, yarım bitik bir ben bıraktı bana. Sonrasında toparlanmam her ne kadar zor olsa da hızla geçip giden günlerin, ayların ardından, yeni baştan ayağa kalktım. Mıh gibi bedenime çakılmış korkularımdan sıyrılarak, yüreğimin en cesur kapılarını sonsuz sevgilere açarak, hayata dörtnala daldım... Tıpkı yaşadığı yıllardaki gibi, ben O'na sırtımı yasladığımdan, emniyette olduğumdan kuşku duymaksızın aylara, zorlara, hayata meydan okudum. Hani "Restlerini kullanmaktan hiç çekinme" derdi ya; işte hep öyle yaptım. Çünkü uğruna ölebileceğim biri daha vardı hayatımda... Dedem... O'nun için yaşamın en güçlüsü ben olmalıydım. Çünkü ben dedemin şah damarıydım.
Beni gördüğü, duyduğu, hissettiği, dokunduğu anlarda mutluluktan kelebekler gibi uçuyordu... O melek dedem ne yazık ki, tıpkı anneannem gibi ömrünün en güzel çağlarında, 71'inde bizlerden ebediyen ayrıldı. O'ndan geriye unutmakta zorlandığım, düşündükçe gözlerimi isyanla sımsıkı kapadığım sonsuz acıları kaldı. Bense o acılarını hatırladıkça geçmişi an be an yeniden yaşıyorum... Dünyam... Dedem... Bu sabah uyandığımdan beri berbat bir ruh âlemindeyim. Hiç kendimde değilim. Aklımı yemek üzereyim... Çünkü bugün canım dedemin bizlere veda edişinin üzerinden 1 yıl ve 2 gün geçti. Off, bu gitmeler, sevilenleri geride bırakmalar, hiç gereği yokken, hiç vakti saati değilken zamansız ayrılıklar... Ve günün özeti; hiç kimse eşit doğmaz ama herkes eşit ölür. İşte onun için ölüm, acı bir son değildir. Hayatımızın yegâne adil başlangıcı ve biricik fırsat eşitliğidir.
Şimdi, herkesin önünde, sana bir söz veriyorum dedeciğim: Ben, milliyetçi bir Türk genci olarak, Atatürk'ün ve O'nun ilkelerinin doğrultusunda ölene dek gideceğime, ailemiz için en yakışır şekilde davranacağıma, hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmayacağıma ve verdiğim sözlerin her daim arkasında duracağıma söz veriyorum. Umarım bu sözlerim oralarda da yankılanıyordur, beni duyuyorsundur umarım. Biricik dedem, canım arkadaşım, ikinci babam, büyük üstad, sana iyi yolculuklar. Seni özlüyorum. Mekânın cennet olsun.
NAZLI AYKUT (torunu)

2 Ekim 2015 Cuma

Ankara'da "Prof. Dr. İSA KAYACAN'ı Anma Toplantısı" düzenleniyor..

PROF. DR. İSA KAYACAN, 
1. VEFAT YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE DÜZENLENECEK “EĞİTİM, BİLİM VE KÜLTÜR ETKİNLİĞİ” İLE ANILACAK
(ECE AJANS, Ankara-02 Ekim 2015, Cuma
            Ülkemiz, Türk Dünyası, Şiir-Sanat-Kültür-Edebiyat âlemi ve Gazetecilik camiasında çok sevilen; Eğitim faaliyetleri, kültür elçiliği, eser, hizmet ve tanıtım misyonu ile yakından tanınan; Türk gazeteciliğinin duayenleri arasında müstesna bir yeri olan ve İLESAM dâhil pek çok Sivil Toplum Kuruluşunda asli ve onur üyelikleri olan; Kerkük Kültür Derneği Kurucusu ve Başkan Yardımcısı Prof. Dr. İSA KAYACAN, vefatının birinci yıldönümü anısına düzenlenen anlamlı bir etkinlikle anılacak.
Kurucusu ve Kurucu Başkan Yardımcısı olduğu Kerkük Kültür Derneği öncülüğünde;
Başta Türkiye İlim ve Eser Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM) olmak üzere onlarca STK (Sivil Toplum Kuruluşu)’nın katılımı ile hazırlık çalışmaları sürdürülen “Anma, Eğitim, Bilim ve Kültür” etkinliği hazırlama, tertip, organizasyon ve düzenleme komitesi:
Kerkük Kültür Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Şemsettin Küzeci, Araştırmacı-Yazar Mustafa Nevruz Sınacı, Şair – Yazar, Yayıncı ve Yapımcı Mustafa Ceylan, Üstadın Sevgili Kızı Gül Kayacan, Gazeteci, Şair-Yazar (Karozan) İsmail Kara, Bestekâr - Şair Murat Duman, Gazeteci-Yazar, Yayıncı İlhami Nalbantoğlu ve Şair - Yazar Arzu Kök’ten oluşuyor.
Tertip Komitesi Başkanı Dr. Şemsettin Küzeci’den; 2 Ekim 2015 Cuma günü:
TÜRK-İŞ Genel Merkezi ve Konferans Salonu lobisinde alınan bilgilere göre:
“Birinci Vefat Yıl Dönümünde Prof. Dr. İSA KAYACAN’ı Anma, Eğitim, Bilim ve Kültür Etkinliği” 17 Ekim 2015, Cumartesi günü, Saat: 13.30 – 17.30 arası: “Bayındır Sokak No: 10, Kızılay / ANKARA adresinde bulunan TÜRK-İŞ KONFEDERASYONU Konferans Salonunda yapılacak…
Merhum İsa Kayacan’ın yakın dostları, yol arkadaşları ve Ülkemizin tanınmış Şair, Yazar, Kanaat Önderi, Bilim ve Sanat İnsanlarının hitap ve katkılarıyla onurlandıracakları etkinliğin gündemi ile uygulama programı henüz hazırlanmakta.
Ancak, bu toplantıya Türkiye’nin her tarafından ve bütün bölgelerinden Gazeteci, Şair, Yazar, Edebiyatçı, Bilim-Kültür ve gönül insanları ile İsa Kayacan arkadaşları, gönül dostları önemle ve özellikle çağırılmakta ve davet olunmaktadır.
***
ANMA TOPLANTISI VE
ETKİNLİĞİN YAPILACAĞI:                      
            Tarih   : 17 Ekim 2015, Cumartesi – Saat: 13.30 – 17.30
            Yer      : TÜRK-İŞ KONFEDERASYONU Konferans Salonu
Adres  : Bayındır Sokak, No: 10, Kızılay – ANKARA
İrtibat : LÜTFEN!.. 
          Katılım, öneri, değerli fikir ve
          katkılarınız için bizi arayınız.
Başkan Dr. Şemsettin Küzeci             : 0533 255 26 60
Sözcü,   (Karozan) İsmail Kara           : 0555 236 34 92
Üye,  Gül KAYACAN                          : 0532 454 67 19
Üye,  Mustafa CEYLAN                     : 0535 622 43 16
Üye,  Murat DUMAN                         : 0532 236 26 92
Üye,  İlhami NALBANTOĞLU          : 0555 360 67 97

29 Eylül 2015 Salı

BAYŞA-DER’den İsa Kayacan’ı anma etkinliği

BAYŞA-DER (Burdur Araştırmacı Yazarlar ve Şairler Derneği)'in İSA KAYACAN'ı anma etkinliği...
(10 Eylül 2015, Perşembe -  Burdur Gazetesi  Manşet)
Şair Aysel, Burdur Araştırmacı Yazarlar ve Şairler Derneği Başkanı Ahmet Ali Bilgenle birlikte gazetemizi ziyaret etti.
Ziyarette, uzun zaman ortak çalışmalar yürüttüğü Şair -Yazar İsa Kayacan hakkında anılarını aktaran Şair Aysel Al, "İsa Kayacan gazeteciliği, şairliği, yazarlığı yanında tam bir Burdur hayranı sevdalısı idi. Ben ve benim gibi birçok kişi, İsa Kayacan'ı tanıdıktan kısa bir süre sonra Burdur Hayranı olduk. Burdur'u daha çok tanıdık sevdik" dedi..
PROGRAM: 15, 16 EYLÜL 2015 - PERŞEMBE, CUMA
Burdur Araştırmacı Yazarlar ve Şairler Derneği tarafından düzenlenecek, İsa Kayacan'ı anma etkinlikleri konusunda görüşme yapmak üzere Burdur'a gelindiğini., BAYŞA-DER Başkanı Ali Bilgen ile birlikte yerel gazetelere ve başka kurumlara ziyaretlerde bulunduklarını söyleyen Aysel Al, etkinlikte sunuculuk yapmasını istendiğini, kendisinin de bu teklifi onur duyarak kabul ettiğini dile getirerek, düzenlenecek etkinliğin, Burdur'un tanıtımına çok emek veren Prof. Dr. İsa Kayacan'ın şanına yakışır bir şekilde düzenlenmesi için çaba göstereceklerini, bu konuda yerel kurumların da desteklerini beklediklerini belirtti.
Gazetemizin imtiyaz sahibi Adnan Taraşlı merhum İsa Kayacan'ın ölünceye dek Burdur Gazetesi'nin Ankara temsilciliğini yaptığını, yazılarının da aynı şekilde yıllarca gazetemizde yayınlandığını, İsa Kayacan adına onu anmak için bir etkinlik düzenlenmesinin de, İsa Kayacan’a gösterilmesi gereken vefa adına anlamlı olacağını söyleyip ziyaret için teşekkür etti.

28 Temmuz 2015 Salı

TÜRKMEN'lerin Umudu. Yeni Bir ORDU kuruluyor. Birleşik Türkmen Tugayları!..

Ankara'da (Suriye'deki Türkmen kardeşlerimiz ile ilgili) sürpriz bir toplantı ve müjdeli haber!.. 
IŞİD’e karşı başlatılan operasyonların ardından Ankara’da sürpriz bir toplantı yapıldı. IŞİD ve Esad’a karşı savaşan 20 Türkmen tugayının temsilcisi MİT’in koordinasyonunda bir araya geldi
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun “Bundan sonra sınırımızda IŞİD'i görmeyeceğiz. Nasıl yapacağımız bizde saklı” açıklamasının ardındaki detayları ortaya çıkmaya başladı. Bu kapsamda, MİT'in koordinasyonunda muhalif Türkmen tugaylar Ankara'da sürpriz bir toplantıda biraraya geldi.
Suriye kuzeyinde ve Halep çevresinde bulunan muhalif Türkmen tugaylar, MİT koordinasyonunda, güvenlik, istihbarat ve askeri birimlerden yetkililerin de katılımıyla geniş kapsamlı bir toplantı düzenledi. Dün başlayan toplantıda ele alınan ağırlıklı konu ise kurulma çalışmalarına hız verilen Birleşik Türkmen Ordusu oldu. Çağrıları “gizli” yapılan toplantıda kurulması planlanan 5 bin kişilik Birleşik Türkmen Ordusu'na son şekli verildi.
YENİ YOL HARİTASI: Yeni Şafak'ın haberine göre; Toplantıya Halep ve Bayır-Bucak bölgesinde Esad ve IŞİD'e karşı savaşan muhalif tugaylardan yaklaşık 20 temsilcinin katıldığı ifade ediliyor. Toplantıya Sultan Murad, Muntasır Billah, Sultan Mehmed gibi etkili tugaylardan temsilcilerin katıldığı ve yeni dönemdeki yol haritasının şekillendirildiği öğrenildi.
EĞİT-DONAT İFLAS ETTİ: ABD öncülüğünde başlatılan eğit-donat projesinin istenen başarıyı göstermemesi üzerine yeni formüller devreye girdi. Bu formüllerin başında ise Ankara'nın destek verdiği Birleşik Türkmen Ordusu olduğu belirtiliyor. Bu ordunun TSK'nın yapacağı sınır ötesi harekatlarda Ankara'yla koordineli olacağı iddia ediliyor. Türkmen Ordusu, IŞİD'den kurtarılacak Türkmen bölgelerinde denetimi ele alacak ve bölgenin nüfus yapısının değiştirilme tehlikesinin de önüne geçecek.
İKİ BÖLGEDE KONUŞLU: Kurulma çalışmalarında son noktaya gelinen Birleşik Türkmen Ordusu, 2 bölge odaklı şekillendirilecek. Ordunun Bayır-Bucak yapılandırması geçtiğimiz hafta tamamlandı ve Ahmet Arnavut Genel Komutan olarak tayin edildi. 2. Sahil Tümen Komutanı Teğmen Tarık Solak,
Dış İlişkiler Sorumlusu Başşar Molla, saha komutanları ise Ömer Abdullah ve Adil Orli oldu.
HALEP'TE TEK ÇATIDA: Halep bölgesinde ise en büyük üç tugay başta olmak üzere mahalli Türkmen birliklerle beraber diğer grupların da Sultan Murad Tümeni adı altında toplanması bekleniyor. Dün Ankara'da başlayan toplantıda ordunun görev dağılımının tesbiti bekleniyor. Birleşik Türkmen Ordusu'nun Türkmen Dağı'nda büyük bir gövde gösterisiyle tüm dünyaya ilan edileceği öğrenildi. Türkmen Ordusu'nun Suriye içinde ve dışında yaşayan Türkmenlere “vatanınızı savunun” çağrısında bulunacağı da belirtiliyor.
İLK HEDEF LAZKİYE: Ordunun, Bayır-Bucak bölgesinde mevzilendireceği tümen ise diğer muhalif ordularla birlikte Esad'ın kalesi Lazkiye'yi hedefliyor. Ordunun öncelikli hedeflerinden biri olarak Lazkiye sahil yolunun Esad ve İran unsurlarından temizlenmesi ve Lazkiye'ye gidecek yolun açılması gösteriliyor.

10 Temmuz 2015 Cuma

İran’ı İran’da Öğrenmek & Zamanda Yolculuk; Eğitimci - Yazar, Mahiye MORGÜL (Güncel Bir Seyahatname)

İran’ı İran’da Öğrenmek (1)
Mahiye MORGÜL
Eğitimci-Yazar, Mahiye MORGÜL
            Ön yargılarınızı bir kenara bırakın ve yaz sıcakları bastırmadan bir İran gezisi yapın. Özellikle portakal çiçeklerinin açmaya başladığı Nisan ayı ortalarında Şiraz’a gidin. O güzelim sarayların havuzlu bahçelerinde portakal çiçeği kokuları arasında dolaşacaksınız, Hafız’ın Kabri olan bahçede gençleri birbirine şiir okurken resmedeceksiniz. Benim katıldığım tur şirketi her yıl bu ayda yapıyor İran gezisini.
            Meşed, Şiraz, Persepolis, Pazargad, Zerdüştler şehri Yazd, Nayin (Narin), İsfahan, Kuşan, Kum, Tahran, Kazvin, Zencan, Miyana, Tebriz... Kültür, tarih, sanat, heykel, mozaik, ayna ve seramik deryasında yüzecek, tavan nakışlarında ışıkla dans edecek, olağanüstü akustiklerle tanışacak, İsfahan Kızlar Camisinde gün batarken yansıyan ışıkla tavanda oluşan sedef tavus kuşundan gözünüzü ayıramayacak, Zencan’da Hz.Ali için yapılmış dünyanın en yüksek 3.kubbesi Sultaniye’deki geometriye aklınız takılacak, Kazvin Mavi Cami’de kobalt rengi seramiklere neden Türk Mavisi (Lacivert) denildiğini düşünecek ve onca depremden, İskender’in, Timur’un ve Cengiz Han’ın saldırılarından ayakta kalabilmiş bu eserlerin pek çoğuna UNESCO tarafından koruma kararı alındığını öğreneceksiniz. Evet, İran UNESCO tarafından korumaya alınmış en fazla tarihi esere sahip olan bir Oğuzlu ülkesidir.
            Ayna sanatının nasıl bir şey olduğunu burada göreceksiniz. Işık-Oğuz kültürünün sembolüdür. Ulu Camileri, türbeleri ve sarayları bir de ayna sanatını görmek için gezin. Işığı her yönde çoğaltarak gönderen bu aynalı tavan işlemelerinin bir yararı da içeriye sinek girmiyor. Işığı çerağ gibi çoğaltarak yansıtan bu sanattan adını almış Şiraz, rehberimiz dedi.
             Bilimin ve sanatın, özellikle söz sanatı şiirin ışığını çoğaltarak yayan ünlüleri de çok. Şiraz’ın ulu anası Artemis’in tasvirlerinde de elinde bir ayna görürüz. Ayna, İran tarihinde önemli bir ışık kültürü sembolü olarak çıkıyor karşımıza. Azeri Türkçesiyle Kuruş diyor Aydın, Farsçası Kuroş. Kuruş’un sembolü Kuş Adam, Zerdüşt sembolü ve bu sembolün Farsçası “Fer Ve Har”, yani, Türkçe düşündüğümüzde “Işık ve Ateş” diyor; işte anlambilimde buluştuk! Ateşe tapanlar diye batılılar çevirmiş, hayır öyle değil, Işık ve Isı (ateş) kaynağımız Güneş’i tasvir ediyor. Kuş Adam üç daireyle de üç kuralı belirlemiş; İyilikle düşün, İyilikle konuş, İyilikle davran!
            Şehirlerde akşam 18.00 de başlıyor çarşı pazar. Şiraz halkı gün boyu İrem Bahçesinde geziniyor, Şiraz Üniversitesine ait korumaya alınmış çok büyük bir botanik bahçesi var. Tulum zurna satın aldığım müzik mağazası da bu semtte. Şehrin merkezinde bir başka kültür ortamı yaşıyor insanlar, örneğin gençler Hafız’ın kabrinde birbirlerine şiir okuyorlar. Bir şiir de ben okudum onlara; Yahya Kemal’in “Hafız’ın Kabri olan bu bahçede bir gül varmış, Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle...”
            Bütün şehirlerde kadınlar genç kızlar gece yarılarına kadar sokaktalar, alışverişteler. Tahmin ediyorum başka hiçbir ülkede kadınları ve çocukları bu kadar güvende dolaşırken göremezsiniz. İster istemez ülkemizle de kıyaslıyoruz. Kıyaslamayı kıyafet üzerinden yapan önyargılı gezginlerimiz bile önceliğin insanın can güvenliğinde olduğunu görünce yanıldıklarını teslim etmek zorunda kaldılar. Gezi için satın aldıkları kara örtüleri kullanmadılar bile, boyunlarına düşen bir yemeniyle örtünme işini hallettiler.
            Gündüzleri daha çok müze gezdik. Gittiğimiz müzelerde okullarla karşılaşıyorduk. Gerçekten çok kültürlü yetiştiriyorlar çocuklarını. Dil derseniz, üç dil öğretiyorlar, Arapça ve İngilizceyi ilkokulda öğrenmeye başlıyorlar. Müzelerde öğrenciler de bize ilgi gösteriyordu. Bir bayan Tarih öğretmeni sınıfını getirmiş İran tarih haritasının önünde ders işliyordu. Tarih şeridinde Farsçasının altında ALAB ASALAN SOLTAN okudum. Bildiğimiz Sultan Alp Arslan yazıyordu.
            Kaçari Sarayının 20 sütunu var, ama havuzdaki akisleri nedeniyle “40 sütunlu saray” diye anılıyor. Bahçesinde Güzel Sanatlar Fakültesinin kız öğrencileri ile karşılaştık. Başlarında bayan öğretmen, 40 sütunlu sarayın karakalem resmini yaptırıyordu. Bu turun kültür tarih gezilerini başlatan ressam öğretmen Prof.Hasan Pekmezci ve eşi Şükran Pekmezci ile tanıştılar. Turumuzun ünlülerinden heykeltıraş (mücessemesaz) Metin Yurdanur ve eşi ressam Eser Yurdanur’u da yanlarına alarak hep birlikte fotoğraf çektirdiler. Burada gördüğümüz Kaçari Sarayı 600 yıl Safevi devletinin başkanlık sarayı idi. Sarayın tüm duvarları boydan boya kadınlı erkekli zevk-u sefanın tablolarıyla doluydu. Bu devrin nasıl sona erdiğini tahmin etmek zor değil. Dış duvarda sultanın Frenk giysili tablosunu gördüğünüzde bu iktidarın Fransızlarla içli dışlı olmaya başladıklarında sonlarının geldiğini anlıyorsunuz. 
            Gezdikçe rastladığınız şair heykellerine ve şair türbelerine şaşarsınız. Hafız’ı bin yıldır yaşatan bir kültür karşısında şapka çıkartırsınız. İlk uğrağınız Horasan Meşed’de bir sanat eseri olan İmam Rıza Camisidir. Tavanındaki aynalı nakışlarıyla, görkemli kubbeleriyle başınız hep yukarıda dolaşırsınız, başınıza girişte örtülen uzun örtü o yüzden kaymaya başlar ve saçınız göründüğünde bir kadın görevli sizi uyarır. Oradan ikinci durak Firdevsi’nin muhteşem türbesine gidersiniz, edebiyat dersini burada Firdevsi’nin kabri başında yapan öğrencilere rastlarsınız. Mezar taşında yazılı olan beyitleri okuyarak başlar ders, sonra duvarlarda şiirdeki kahramanları canlandıran heykel tablolar görürsünüz. Anlarsınız ki şiirin heykelle bütünleştiği bir mekan olarak da türbe bir Müslüman ülkede yapılabiliyor. Türbenin en tepesinde ise Avesta (Oğuzata) Kuş Adam kanatlarını açmış Firdevsi’yi kucaklıyor; çünkü o, İran tarihinin en büyük atasını destanlaştırarak anlatmış.
            Seramiklerinden çinilerine, altın işlemelerinden ahşap işçiliklerine, ayna işçiliğinden soğuk hava depolarına, rüzgâr kulelerinden suyu soğutan yer altı havuzlarına kadar bir kültür sanat ve tarih denizinde bulursunuz kendinizi. Lacivert kobalt renginde tavan seramiklerini anlatırken rehberinizden duyarsınız bu rengin Türk Mavisi olduğunu. Bu renkte seramikle yapılmış bu yükseklikte kubbe dünyada bir başka yerde göremezsiniz. Turkuaz dedikleri bu değildir. İngilizcesini söylerken “dark blue / koyu mavi” ile ifade ediyor, ki bu da Türk Mavisi renginin tam karşılığı gelmiyor.
            İran’ın eğitim-bilim ve sanat dili devlet dili olan Farsçadır, fakat bütün şehirlerde insanlarla Türkçe konuşabiliyorsunuz. Hele Türk olduğunuzu anladıklarına dilleri çözülüyor. Bir de Tatlıses’den “Mavi mavi masmavi” diye başlıyorlar. Yeni yetmeler belli ki Türk dizileri izlemiş, birinin adını söylüyor. Birisi “... Suçu ne” dizisini izlemiş, itiraz ediyorum, annesi beni onaylıyor “ Evet o yahşi değildir” diyor. 
            Sokaklar tertemiz, oteller tertemiz, tuvaletler her yerde bedava ve pırıl pırıl. Tebrizli rehberimiz bizi çeşme suyu şişe suyundan daha temizdir diye uyarıyor. Rehberimiz Tebrizli Aydın, 29 yaşında makine mühendisi, yakışıklı ve bekârdı. Ona burada çalışma şartlarını, nasıl evleniliyor ve neden hala bekâr olduğunu sorduk. Özetin özeti, kendi düzeyinde bir kızla evlenmek için “mihr” denilen yüksek bedeli biriktirmesi ve araba modelini yükseltmesi lazım. İran’ın yerli arabası var, çok ucuz, ama bu en alt seviyede kalıyormuş.
Kendisi gibi Tebriz Teknik Üniversitesinden mezun iyi bir mühendisin 50 gün kadar yıllık izni var. Yıllık izninde böyle turlarda rehberlik yapmak gibi ek işlerde çalışması mümkün, ya da aynı iş yerinde fazla mesai yaparak ek ücret alması da mümkün. Boşandığı takdirde kadına ödenen “mihr” parası başlıktan farklı, ailesine değil doğrudan kadına veriliyor. Bunun, İran’da kadını koruma geleneğinden geldiğini söylüyor.  Boşanmış ailede kız çocuğu 9 yaşına kadar babada, erkek çocuğu annede kalıyor.
            Bence de İran, analar diyarı anlamında Er-ana ülkesidir, onlar da ERAN diye okuyorlar. Rehberimizin anlattıkları bununla örtüşüyor. Geçici beraberliklerin resmileştirilmesi bundan kaynaklıdır, diyor; kadın birisiyle beraber olduğu zaman hamile kalırsa kimden olduğu belli olsun, adam koyup kaçamasın diyedir, diyor. İran’ın Horasan bölgesinde, Meşed şehrinde İmam Rıza Camisini ve Kum şehrinde Hz.Fatma’nın ve İmam Rıza’nın kızkardeşi Mensube’nin türbelerini ziyaret edenler yarı hacı kabul ediliyor. İran Şii inanışına göre bizim grupta 24 kişi hepimiz şimdi Meşedi ve Kum hacısıyız. İstanbul’dan Meşed’e hacı olmaya gelenler bile vardı caminin bahçesinde.
            Günde ortalama on kilometre yürüyorduk. Yüzüme gölge yapsın diye başımda şapka vardı, tülbentten şal başımdayken üzerine takıyordum. Tülbent kayıp omuzlarıma düştüğünde de sorun olmadı. Sadece camilere girdiğimizde örtünün kaymaması gerekiyordu. Şapkamın bir yanına işlenmiş küçük bir Türk Bayrağı vardı, onu fark eden birçok İranlı benden şapkayı hatıra almak istedi. Kuşan’da “Aksaray’daki caminin çinilerini ben yaptım” diyen bir ustaya rastladım, o da şapkamı istedi, vermedim, İran görmüş bir şapkayı ben de hatıra saklayacaktım.
            Bu gezide ben asıl Kuruş’un, Semiramis’in ve Artemis’in peşindeydim. Kuruş’un başkentinde, bugünkü Şiraz’da, bir tulum zurna bulacağımı biliyor ve satın almak istiyordum. Bu dileğim gerçekleşti. Hem de Kacari Türklerinin düğünlerinde bunu çalan bir mağazadan aldım. Tıpkı bizim Çamlıhemşin’deki gibi “Oy nani Koçari” söyleyip horon oynuyorlar. Bizde olmayan sözlerine bile rastladım. Hatta buradaki Kürtlerin bu havayla Kürt halayı oynadıklarını söylediler. Türkçe türküyle Kürt halayı oynamak, kaç bin yıllık kardeşliğin ispatıdır! İsfahan’da bir sarayın en üst katında bir Müzik Odasına çıktık, Kacar hanedanı zamanında yapılmış bu çokkatlı sarayın odalarında muhteşem akustik vardı, bunun için oradaydık. Buraya girerken görevliye selam vermek için “Oy nani Koçari” dedim, o bana türkünün başka sözleriyle cevap verdi, yazdım.

Ayus duyus ne fayda (Oy nani Koçari)
Oğlan duyi ne fayda  (Oy nani Koçari)
Kız oğlanı seversa     (Oy nani Koçari)
Elin sözi ne fayda      (Oy nani Koçari)
           
            Koçari kimin yarı       (Oy milli Koçari)
Koçari menim yarım  (Oy nani Koçari)
Koçari’dan geçemem (Oy milli Koçari)
            Koçari’suz edemem   (Oy nani Koçari)
            Şiraz’ın Kaçari köylerinde okçuluk önemli bir spor olarak devam ediyormuş. Türkiye’den buraya okçuluk kampına gelenler olduğunu o kampa bizzat katılan bir beyden öğrendim. O da bu kamplarda Türkçe konuşulduğundan söz etti. Şaşırmadım, çünkü ben de gezdiğimiz bütün şehirlerde halkla Azeri, Türkmen veya Kaçari şivesiyle konuşabildim.
            Az gayret etsem Farsçayı orda öğrenecektim. Çarşıda Kuruş heykeli ararken gruptan koptum, elimdeki ağır heykelle gruba yetişmek yerine otele dönmek istedim ve tur liderimize telefon etmek için kulübe aradım, bozuktu, uğraşırken beni görüp yanıma gelen satıcı Farsça “harabe harabe” dedi. Anlıyorsunuz, Farsça ile Türkçe bu kadar iç içe iki dildir.
            Aslında Farsça konuşmak için değil de, Mevlana’yı, Firdevsi’yi ve Hafız’ı yazdığı dilden okumak için Farsça öğrenmek lazım. O şairler ki, hepsi de Türk asıllı oldukları halde, ortak devlet dili yani bilim, sanat ve edebiyat dili Farsça olduğu için bu dille yazdılar.
            Tahran’da gittiğimiz bir müzede Firdevsi’nin (Farsça Ferdovsi) İngilizce’ye çevrilmiş Şehname destanına rastladım, hemen satın aldım. Sayfalarını çevirirken FERİDUN bölümü dikkatimi çekti. Bu bölümde anlatılan efsane benim için önemliydi, çünkü İran Şahı 1930’da Ankara’ya geleceği zaman Atatürk bu bölümü besteci Ahmet Adnan Saygun’dan opera olarak bestelemesini rica etmiş, o da üç ay içinde bestelemiş ve eserin adını ÖZSOY Operası koymuş, Ankara Operet Sahnesinde Atatürk’le birlikte misafir Şah ve Türk devlet protokolü bu eseri seyretmişlerdi…
            Bu yaşanmış sanat olayını yıllarca her On Kasım haftasında bütün öğrencilerime anlatmıştım. Tahran’da karşıma gerçek öykü çıktı. Çok heyecanlandım, anladım ki Atatürk bu destanı Farsçasından okumuş, biliyordu. Farsçası Faredun, Türklerle Farsların ortak atası Oğuz beyi Büyük Kuruş’un destandaki adıydı. Şimdi daha çok yeni, 29 Ekim MÖ.535’de altın silindir üzerine ilk insan hakları bildirisini yazdığı için BM tarafından 29 Ekim Dünya Kuruş Günü ilan edildi.
            Gezi grubumuz Kuruş’un bizim de ata dedemiz olduğunu henüz bilmiyordu, Persepolis’e gittiğimizde Akmenid İmparatorluğunun sınırlarını gördüklerinde öğrendiler. Artemis’in babasıydı Kuruş. Baştan bunları anlattığım için gezide tepki de almıştım. Artemis Yunanlı değildir diye on yıldan beri anlatıyorum ve ilk söyleyen de ben değilim. Bence hiç Halikarnas Balıkçısı okumamış olanlar İran tarih gezisine katılmamalı.
Şah’ın Atatürk’le birlikte çekilmiş fotoğraflarından tanıdığımız başındaki beyaz tüylü tacı Tahran Müzesinde gördüm. Kraliçe Ferah Diba’nın ve Süreyya’nın giydiği taçlar da oradaydı. Biz o kraliçeleri Hayat Mecmuasının kapağında görürdük. Rıza Pehlevi devrildiğinde kraliçe bu taçları yurt dışına çıkartamadı, çünkü meclis kararıyla bunlar devlet malı olarak tescillenmişti. (13.5.2015 - Mahiye Morgül)
            ***
İran’ı İran’da Öğrenmek (2)
İsfahan’da bir başka büyü vardı, cennet gibiydi. İnsan eliyle yeşertilmiş bir çöl şehri. Kendi tarihlerine olan saygılarından şehrin Selçuklu başkenti olduğu yıllardaki görkemini koruyorlar. Kurumuş dereyi bile taşıma suyla yeşertmişler.
Eski nehir yatağından bir sular akıyor, inanılır gibi değil. Üzerinde üçyüz metrelik köprüde gençler neşe içinde yürüyüşe çıkmış, her yan cıvıl cıvıl insan kaynıyor. Çocuklu aileler oturmuş şelaleyi seyrederek piknik yapıyor. Türk olduğumuzu anlayanların içtenliği bir başka... Kestiği karpuza davet ediyorlar, birlikte fotoğraf istiyorlar. 
            Gezi alanları, piknik alanları, dev ağaçların bulunduğu parklar ve saraylar, camiler, meydanlar... Pekin’den sonra dünyanın ikinci büyük meydanı burada, dünyanın en uzun çarşısı burada...
Çarşıda ünlü bir halı mağazasında misafir edildik, İran halılarını bize tanıttılar. İki kişi tarafında iki buçuk yılda dokunan ipek halılar... İki yüzü de aynı şekilde serilebilen halılar... Katlandığında bayan çantasına sığacak kadar küçülebilen halılar... Kaçari desenli, Bahtiyari desenli, Tahran desenli, Şiraz desenli, birbirinden güzel desen desen halılar...
            Tek kare koltuk için Bahtiyari düzende Şiraz motifli minicik bir halı için 50 dolar verdim. Aslında halı merakım yoktur, ama orda kendimi kaptırdım. İran’dan satın aldığım Şiraz işi tulum zurnadan sonra en pahalı hatıra bu oldu.
            İsfahan Meydanına bakan camilerin ve sarayların akustik özellikleri var. Hepsinde işlemeler ayrıca çok değerli. Ali Kapu sarayındaki müzik odaları müzikologlar için çok değerli bir araştırma kaynağı olabilir. Çok katlı bu sarayın en üst katındaki onlarca küçük odanın her birinde sayısız ses odacıkları var. Tavanlar, duvarlar, koridorlar, her taraf her yönde ahşap ses odacıklarıyla süslenmiş. Sanki sayısız kabak kemane, keman, viyola, tar asılmış duvarlara, onlar size bakıyor... Çalgıyla duvar arasında oluşan boşluktan ses büyüyor. Fakat hem süsleme sanatı hem de üst düzeyde ses fiziği bilgisi var içinde.
            İsfahan Meydanına bakan bir diğer güzellik Kızlar Camisi. Minaresi yok, burada ezan okunmuyor. Duvarları bir buçuk metre kalınlığında ve bunun nedenini az sonra anlıyoruz; kubbeyi oturtmadan önce tam tepe noktasına yansıtılacak bir ışık olayı var. Tesadüf akşamüstüydü ve biz bu olaya tanık olduk. Işık huzmesinin değdiği tam orta nakışta bir tavus kuşu görünmeye başlıyor ve tavus kuşunun kuyruğu ışık saçağı şeklinde uzanıyor! Bu görüntü bir bilim ve sanat harikasıydı. 
İsfahan için İran’da şöyle bir söz var:
“İsfahan nisfi cihan, eğer Tebriz olmasa”
(İsfahan dünyanın yarısı, eğer Tebriz’i saymazsak)
İran’da “Ya Ali” duyarsanız bilin ki bir şeyi taşıtırlar, eğer “Ya Hüseyin” duyarsanız bilin ki bedava yemek var. İran’a eğer Muharrem’de gelirseniz on gün boyunca yemeğe hiç para vermezsiniz, gece gündüz sokakta karnınızı doyurabilirsiniz. Herkes evinden yemek taşır sokak sofralarına.
İsfahan’a giderken Hasan Pekmezci hocamız otobüsün mikrofonunu aldı, “Arkadaşlar size üzücü bir haberim var, telefonuma mesaj geldi, Kayıhan Keskinok hocamızı kaybettik” dedi. (18 Nisan 2015) Onu kaybetmenin hüznü dolaştı otobüsümüzde. Resim öğretmeniydi, öğretmenlerin öğretmeniydi. Aramızda öğrencileri vardı. Tanıyanlar onu anlatsın, ona böyle bir anma yapalım, dedik. Notlar aldım.
İlkin Hasan Pekmezci konuştu.
-1965’de öğretmenimizdi. Cumhuriyetle yaşıttı. 91 ve 92.yaş günlerinde onunla ilgili yazılar yazdım, yazılarım sanal medyada hala dolaşıyor. Kendisinden çok şey öğrendik. Özel anılarımız da oldu. Atölyesinde gece ıhlamur sürekli kaynardı. Çalışırken ıhlamur içer sohbet ederdik. Biz de onun eseriyiz. Eserleri ve öğrencileri ile birlikte yaşayacak.
            Eşi öldükten sonra boşluğa düştü. Eşim Şükran’ı göstererek bana, “Bu yoksa sen bir hiçsin” dedi. Beni severdi, Şükran’ı benden çok severdi. Birinde, “Biz bu zahmetlere daha rahat şarap içmek için katlandık” demişti.
Metin Yurdanur sözü aldı.
-Hepimizin başı sağ olsun. Güzeli severdi, şarabı severdi. Işıklar içinde uyusun. Son kalan devlet sanatçılarındandı. Benim mevkidaşımdı. Resimleri Karadeniz temalıydı. Nazım hayranıydı.
Fulya Uzer özel öğrencisiydi, söze başladı.
-Son öğrencilerindenim. Işık saçtı, ışıklara yürüdü. Bize isim takardı. Ben bir ay isimsiz kaldım, sonra adımı La Prendam koydu. “Yeniden doğuş” demekmiş. O gün “Atatürk devrimlerini sil baştan yapmalıyız” demiştim, bunun üzerine bana bu adı yakıştırdı.
            Esin Cevheroğlu söz aldı. Atölyesinde eğitim almıştı.
-İnsan hayatında bazen bir rüzgâr eser, hayat tarumar olur. Ben öyle bir zamanımda ona rastladım ve hayata yeniden tutundum. Biz resim yaparken bize mitolojiden cümleler okurdu. Bir Fransız öğrencisi vardı, ona Mete adını koymuştu. Onu tanıdığım için çok mutluyum.
Lale Ataman söz aldı.
-Bir gün tablolarına bakarken bana dedi ki, “Bu gördüğün kadınlar var ya, ben öldüğüm zaman canlanıp yanıma gelecek.”
En son Şükran Pekmezci mikrofonu aldı.
-Her karşılaştığımızda bana şaka yapardı. Bir gün Moldova’ya sergi açılışına gidiyorduk. Kendisi önde oturuyordu, ben de arkada şarkı söylüyordum. Ege türküleri severdi. Benim ince sesle şarkı söylememi taklit etti. Şimdi ona bir şarkı söylemek istiyorum.
Geçti hayal içinde bunca yıl bir gün gibi
En eski hatıralar daha henüz dün gibi
Neden gönül bu içli hayata küskün gibi
En eski hatıralar daha henüz dün gibi
Madem Kayıhan Keskinok hocamız Ege türküleri seviyordu, ben de ona bir Ege türküsü göndereyim istedim, mikrofonu aldım, Şükran yanaştı birlikte söyledik.
Deniz üstü köpürü, hey canım rina nay rina nina nay
            Kayığa da binsem götürü, ah yarim ah...
            Benim de bu dünyaya gelişim, hey canım rina nay rina nina nay
Bir güzelden ötürü, ah yarim ah...
            Kayıhan Keskinok hocamızın ruhuna değsin.
Cumhuriyet kuşağı ressamlarını halk ressamı yapan bir diriliş dönemi vardır, Türk resim sanatı onlarla ortaya çıktı. Şimdi o halk ressamları kuşağından son kahramanı yolcu ettik. Yanılmıyorsam Atatürk, İstanbul’da oturduğunuz yerde resim yapacağınıza Anadolu’ya gidin halkın arasında resim yapın, Türk resim sanatı çıksın ortaya diyerek ressamları Anadolu’ya yönlendirmişti. Bu öğüde uyanlardan Bedri Rahmi Eyüboğlu Çorum’a İskilip’e gitti ve gördüklerini eserlerine yansıttı. İskilip’te resim çalıştığı ev şimdi bir müzedir. Kayıhan Keskinok ile aynı mayadan hamur olmuşlardı.
Canlı ve cansız bütün varlıklar aldığı ışığı yansıtır, fizik kuralıdır. Evet. Kayıhan Keskinok hocamız aldığı ışığı en güzel şekilde, sanatıyla bize yansıttı ve gitti. Ne mutlu bize ki onun elinde yetişmiş ressam öğretmenlerimiz var.
Işıklar içinde uyusun.
İran’da kadınlar evlerde müzik yapıyor, dışarıda yapamıyor. Ancak yurt dışına giden kadın müzisyenler bir daha ülkesine dönmemeyi göze alarak orada müzik kaseti çıkartabiliyorlar. Kayıhan Keskinok hocamızın sevenlerine şimdi internette rastladığım İran dışında yapılmış güzel bir İran Müziği sunuyorum. Şarkı sözlerindeki şiirsel güzelliği de fark edeceksiniz.
            “Hicran gecesinde seher umudu bize yeter”
İranlı Mâh Banu müzik grubunun sazendelerini izlerken ne kadar kültürlü ve özgüveni yüksek kızlar olduklarını göreceksiniz. Söylendiği gibi Fars kızlarının gözleri dünyanın en güzel gözleri. Gözlerinde deryaya dalarsınız derler, aynen öyle.
            Saraylar, camiler ve türbeler diyarı buralar. Ne taht kavgaları görmüş bu saraylar... Kuşan’da Vezir Emir Kebir’in intihar ettiği hamamda bileklerini kestirirken bu sahneyi orda görebiliyoruz.  Öyküsü ilginç. 150 yıl önce ilk İngilizce okul açan vezirmiş, Nasreddin Şah kendi kızkardeşini ona vermiş, fakat sarhoş olduğu bir anda vezirinin ölüm fermanına mühür basmış. Belli ki sarhoş olacak kadar içen bir şahtı. Vezir bu fermanı sıcak hamamda yerine getirmiş. Kolunu muhafızına uzatmış, bileğinden kestirip kendi kanını akıtarak kendini öldürmüş. Elbette bu anlatılan kadar basit değildir bu işler, belli ki devlet katında bir onurlu intihar söz konusudur.
Bu hamamda intiharın 1870’lerde geçtiğini öğreniyoruz. Bizde Abdülaziz dönemidir. Ne kadar da Abdülaziz’in ölümüne benziyor, bileklerini keserek intihar etmişti, böyle biliyoruz. Londra borsasının batık hisselerini satın alacak kadar İngiliz kraliyet ailesiyle iç içe olduğu anlatılmaz. Bu intihar işleri hala karanlıktır. Onu öldürmekle suçlananların yargılandığı Yıldız Mahkemesinde idam kararı çıkartılan Mithat Paşa ve arkadaşlarının ne kadar vatansever olduklarını ve İngilizlerin asıl onları tasfiye etmek istediğini bugün benzer örneklerinden yola çıkarak düşünebiliyoruz. Aynı şekilde İran’da da Emir Kebir’in intiharıyla ilgili yanıltıcı bilgiler verildiğini düşünüyorum.
19 Nisan Pazar günü akşamüstü Kum şehrine giriyoruz. İran’da hafta tatili Cuma günü, bugün müzeler açık. Burası da yarım hacı olma yeri. İran’ın yönetimindeki Mollalar burada İlahiyat eğitimi alıyor. Burada bizdeki gibi İHL yok, önce herkes normal lise eğitimi almak zorunda. Yani bilimsel eğitimden taviz vermiyorlar. Matematikte olimpiyat birincilikleri var. Tıp ve Mühendislik eğitiminde ne kadar ileride olduklarını anlatmaya kıyaslayacak ülke bulamazsınız.
Kum şehrindeyiz. Minarenin tepesindeki güneş dairesi dikkatimi çekti. Meşed’de de buna benzer âlemler vardı, buradakiler daha ihtişamlı ve parlak.
İran’da bizim minarelerimizdeki gibi yukarıya bakan hilal yok, hemen hepsinde güneşi andıran dairesel semboller var. Far-si sözcüğünün açılımındaki Işık (Fer) kaynağı Güneş (Şems) ile örtüşen bir durum. Anadolu’da sembolün Hilal olmasının da tarihi bir nedeni var, biz Ay Tanrılıydık! Farslar Güneş Tanrılı idi. Ay Tanrılı olmak MED’ler, Güneş Tanrılı olmak ise Pers demek. İşin sırrı bunda. “Büyük Kuruş Perslerle Medleri birleştirdi” denilen olayın sembolleri burada karşımızda.
Akmenid’lerden önceki Anadolu Uygarlığına Luvi halkı denir, Truvalılar Luvidir. Bakınız, bu da Alevi ile yani Işık Kültürü ile aynı açılımdadır. Hz.Ali’nin resimlerinin arkasında tam daire güneş görürsünüz İran’da, boş bir sembol değildir.
            Medlerle Persleri birleştirerek Roma’yı yenen Oğuz beyi Büyük Kuruşun kutsalı olan güneşle örtüşen bu gümüş saçaklı daireyi minarenin en tepesine koymasından daha doğal ne olabilirdi ki!..
Kuruş, AY ile GÜNEŞ’i birleştirmişti, bu sayede Egemen (Aghamen-uş) devlet kurmuştu. Bugün Türk bayrağında yaşattığımız her iki sembol bence işte bu tarihten geliyor.
BM tarafından 29 Ekim Uluslar arası Kuruş Günü ilan edildi. İran internet sitelerinde Kutlu Kuruş Günü olarak afişleri var.
İran camilerinde bizdekilerden farklı bir şey daha var; secdeye eğildiğinde alnın değdiği yere şems özel kiremit parçası koyuyorlar. Kerbelâ toprağından yapılırmış. Üzerinde değişik motifler nakşedilmiş; tam daire var, kare olanı var, sekiz köşelisi var, İmam Rıza türbesi var, Allah Muhammed yazısı var, Besmele var, hayat ağacı var, saçaklı güneş var... Işık ve hayat kaynağı olarak güneş çok belirgin. Kuşan ve Zencan’daki türbelerde kadınlar bu taşı direk yere koymuyorlar, önce yere güzelce işlenmiş bir örtü yayıyor, taşı onun üzerine koyuyor. 
Gezdiğimiz en ünlü camiler aynı zamanda türbeydi. Türbede bir ulu kişi var demekti. Türbenin iki yanı parmaklıklarla ayrılmıştır; bir yanda kadınlar diğer yanda erkekler ziyaret yapar. Türbeye el sürmek önemlidir, içerisine para bırakılır. Türbelerin geliri çok yüksektir, kimin ne miktarda verdiği belirsizdir. Her zaman temizdir, içerisi serindir, hiç ter kokusu duymadık.
Türbelerde kıble başka yönde olsa bile herkesin yüzü türbeye dönüktür. İşte burada o minicik secde taşları kıble görevi alıyor, alnına değdiği yer senin kıblen oluyor. O nedenle üzerinde kutlu semboller var. İran’da resim ve heykelin yasak olmamasının bir nedeni de bu olabilir.
Bir şeye çok üzüldüğümü belirtmeliyim. Türk ve İran tarihinde çok önemli yeri olan kutlu Amazon ana kraliçelerimiz İran’da da unutulmaya başladı. 1.Artemis, 2.Artemis, Anaida Semiramis, bunların heykelleri antik şehirlerde yok. Sasani Kraliçesi Leyla Zeynep’in Zeynebiye yas evleri bile nerdedir bilen kalmamış. Oysa Suriye parasında ve altın kubbeli türbesinde Zeynep Sultan duruyor. Bizde ise kim olduğu bilinmeden Sitti Zeynep adıyla türbeleri var.
Kadını toplumda geriye çekmenin bir yolu da onlara örnek olması muhtemel kadınları tarihten silmektir. Böyle düşünenlerin her yerde yönetimde olduğunu tahmin etmek zor değil. Biz çok daha önce unutmuştuk kutlu analarımızı. Efes Artemis Müzesini bile Yunan diye biliyor insanımız. Bu daha az vahim değildir; gençlerimiz mitolojik kahraman diyerek Artemis’e hayran olurken Yunan hayranı oluveriyorlar!
Allah’tan elli yıl önce Halikarnas Balıkçısı gibi Anadolu efsanelerini anlatan bir yazar çıktı da biraz kendimize bakmayı öğrendik. Arkeoloji bölümlerinde onun kitaplarını okuyan öğrenci bulamıyorsunuz. Fakülte kütüphanelerinde milattan önce bizi anlatan bir tek kitap yok, İran’ı anlatan da yok. Kuruş diye parası var ama dedesi olduğunu bilmiyor. Varsa yoksa Roma, Atina,  tarih boyunca bizi yağmalamış krallar. Bakın Kuruş Silindiri şu anda nerde, Paris’te. Şu Gülistan Sarayında duvar resmini gördüğüm Frenk pantolonlu Kacar Şahı zamanında oraya gitmiş olmalı. Bizimkiler de en dost olduğumuz zaman gitmişti Alman ve Fransız müzelerine.
Fakat İran halkının enteresan bir hafızası var. Birçok yerde, parkta, ahşap duvarda, Latin harfleriyle yazılmış SEMİRA –ALİ yazısı gördüm. Bu nedir? En sevilen kız adı Semira. Kuruş’un tek eşi, Sümer kızı Semira, orda yaşatılıyor. Hem de Ali ile beraber. Hz.Ali’ye İran’da Haydar diyorlar. Bu da önemlidir.
Değerli okur, galiba İran’ı günlerce yazsam bitiremem.
Bu yazdıklarımın fotoğrafları da var. Eğer yazılarıma fotoğraf koyarsam çok yer kaplar. Dağıtımı ayrıca sorun oluyor. Bağışlayın, şimdilik fotoğrafsız olarak okuyacaksınız.
İran yazılarımı fotoğraflı olarak isteyen olursa onlar için yeni sayfa düzenlemesi yapacağım.
            (17.5.2015 - Mahiye Morgül)
            ***
         İran’ı İran’da Öğrenmek (3)
            İran tarihinin ortasında Sasani devleti var. Adından anlıyoruz ki Susa-analılar, yani Anahida ile bağlantılı adlandırılmış. Sasani (224-651) dönemine ait bolca kaya resimleri var. En dikkat çekeni Sasani kralı 1.Şapur Roma imparatoru Valerius’un 260 yılında Urfa(Edessa) savaşında esir alındığı anı resmeden nakış. (http://en.wikipedia.org/wiki/Battle_of_Edessa)
            Merak edip Sasani dönemini bu gözle araştırmaya başladım ve Hz.Hüseyin’in İran’da neden bu kadar çok sevildiğini anladım. Son Sasani kralı III.Yazdigirt’in kızlarından Şehriban (Shahrebanu) Hz.Hüseyin’in eşidir ve 4.Halife Zeynel Abidin (Hz.Hüseyin’in oğlu) onun torunudur!  (http://en.wikipedia.org/wiki/Yazdegerd_III)
            Meşed’de türbesini ziyaret ettiğimiz 8.İmam Rıza da Hz.Hüseyin’in torunlarındandır. Bu türbeyi ziyaret etmeye neden bu kadar önem verdiklerini anlamak için bu bilgi önemlidir.
III.Yezdigirt, zaten tek Tanrılı olduklarını bu nedenle “İslam bizim de dinimizdir” diyen Sasani kralıdır. Borç almadan kalkınma, köleliği yasaklama, herkes için adil olan eşitlikçi sosyal bir toplum ve bilimi koruma kültürü zaten Akmenid’lerden beri Sasani toplumunun yaşam biçiminde vardı. İran’da İskender’den hala nefretle söz edilmesine de hiç şaşırmadım. İskender Zulümhanesi’ni ibret olsun diye turistlere boşuna gezdirmiyorlar. (Birkaç yıl önce orayı kapatıp çayhane yapmalarının yorumunu okurlarıma bırakıyorum.)
III.Yezdigirt hanedan kavgasında tahtı bırakıp Horasan’a gitti, ilk İslam devletlerinden Şamani devletini orada kurdu. Bayrağı yeşildir, ortasında sarı tavus kuşu vardır, kuşun başında üç nokta, kuyruğunda beş nokta vardır ve başını kaldırmış sarı hilale doğru bakmaktadır. Artık benim okurlarım bunların ne anlama geldiğini biliyor, tekrar yazmayacağım.
Yezdigirt’in iki oğlu (III.Peruz ile VII.Behram)  Sincan/Uygur bölgesine yerleşmiş; muhtemelen Uygur’un İslam’a geçişi bu sayede olmuştur.  Bilinmektedir ki İran’ın Uygur’la olan bağları çok daha eskilere dayanır. Sasanilerin en önemli kadın kahramanı Zenobia, bizim türkülerimizdeki Leyla Zeynep’tir. Onu öğrenmeden İslam öncesi batıya direniş kültürümüzü anlamak zor. Zeynep Sultan’ın kendisine örnek aldığı kadınlar var, örneğin Karadeniz’de Semiramis olarak adı geçen Anahida, Kuruş’un eşi... Atları şaha kaldırmış savaşırken bir resmine rastladım, görülmeye değer.  
            (RESİM) 
            Anahita’nın at üstünde heykeli... 
            Mitra’nın annesi...
            Zeynep Sultan’ın yaşadığı dönemde Sasaniler İran’da neler yapıyordu, bunu merak ettim. Bunu ararken Hz.Hüseyin ile Türkmen akrabalığımız düştü önüme, bir şok da ondan yaşadım. Araştırmamı genişletmek için bir sebep daha çıktı.
Beş dil bilen kraliçemiz Zeynep Sultan bir Sasani kraliçesiydi ve Urfa’da eğitim almış aristokrattı. Urfa, Sasaniler için ne anlama geliyor, bunu araştırmalıyım. Urfa, medreseleriyle ünlü, bilim ve sanat şehriydi. Sasani şehzadelerinin ilk eğitimi burada almaları uygun düşüyor. Bir girdim aramaya, şimdi bırakıp çıkamıyorum. Zeynep Sultan’ımız için Asi Kraliçe (Rebel Queen) diye kitaplar bile yazılmış, bunlar düştü önüme, fakat hepsi de Romalı tarihçilerin gözüyle yazılmış. Onlar için “asi” olabilir, ama bana kahramandır.
Birini çevirmek için bir hayli sabahladım: Empress Zenobia; Palmira’s Rebel Queen
            Bir videolu adreste Rossini’nin “Auralino in Palmira” operasından Zeynep solosu var. Dik başlı onurlu bir kadın olarak canlandırılmış, yakıştı! Sırbistan’da 2013’de sahnelenmiş. Maria Aleida söylüyor. Müthiş bir solo! Evet bu solo diyor ki Yezid’in sarayını çınlatan Zeynep budur!
Fakat onu anlatan tiyatrolarda Zeynep ile gardiyan Valentin sahnesini uzatıp durmuşlar.  İstedikleri de bu; insanlara Zeynep’i kahramanlıklarıyla konuşturmamak.
            Aristokrat Zeynep anlıyorum ki kendisiyle konuşmaya gelenlere sırtını dönüyorken (bu pozda resimleri var) halktan birisi olan Valentin ile konuşuyor. Ne konuşur Zeynep? Elbette ki Roma’nın kendi halkına bile zulmünü anlatır asker çocuğa. Esir tutulduğu sarayda kitaplar okumaktadır, askere de verir okusun diye. Asker de ona teşekkür etmek için gül versin, ne verecek başka. Ancak Roma aristokratlarıyla konuşmayan Zeynep bir askerle konuşmaktadır, kötü örnek olmuştur bu asker. Askercik öldürülür, esir kraliçe ile konuşma hatası yapmış ona moral vermiştir. Dahası aç susuz bırakıldığında ona su vermiş ekmek vermiştir, kim bilir. Askeri öldürme gerekçesi “ona aşık oldu” diye bir iftiraya dayandırılabilir, zalimlerin yöntemlerinde bu vardır. Vatentin’i öldürerek İtalyan (Trusci) halkına gözdağı verilmiştir.
Kralın adı Zalim Claudio idi. İki yıl tüm Roma erkeklerine evlenme yasağı getirmiş, tüm erkekleri Klikya’yı ve Filistin’i yerle bir etmeye göndermişti. Yağmadan pay alarak zengin döneceklerdi. Ancak Auralina, Antakya’ya Zeynep Sultan’ın üstüne giderken önce Niğde (Tuana) bölgesindeki tedavi merkezlerini yerle bir etmeye gitti; Zeynep Sultan’ın kocası Doğan Bey (Odeanus) buralıydı. Eli boş döndü, çünkü halk ve askerler dağlara çekilmiş, ortada sadece Apollonius’un heykelleriyle başıboş köpekler kalmıştı. Auralian tek canlı köpek bırakmamacasına şehirdeki bütün hayvanları telef etti, bu da tarihe geçti. 
            İkincisi, Tarsus’un güçlü savaşçıları Mitracılar Kemerhisar’da tedavi ediliyordu. Oysa burası elli yıl kadar önce S.Seferus’un karısı Julia Domna tarafından korumaya alınmış, 198’deki Pozantı savaşında ağır yenilgi almış yaralı Roma komutanları burada tedavi edilmişti. Onları düşman diye ayırmadan tedavi eden sülale boyu doktor Apollonius’ların (başı arkasında güneşle resmedilir, bu yüzden İsa ile karıştırılır) hatırı için Tuana’ya vergiden muafiyet konmuştu. 
            14 Şubat Zeynep Sultan’a Yas Günüdür!
Aşağı yukarı on yıldan beri bunu söylüyorum, okurlarım bilir.
Şimdi araya güncel bir bilgi ekleyeceğim. Bu araştırmam sırasında öğrendim ki Katalunya’da (Kuzey İspanya) 14 Şubat sevgililer günü değil Yas Günü’dür. Ancak yastan sonraki gün, 16 Şubat’ta kızlar erkeklere KİTAP veriyor, erkekler kızlara GÜL veriyor!
            Bu bilgi İspanya’da İspanyol Dili ve Edebiyatı okuyan bir kızımızdan aldığım bilgidir. Şimdi, Yas Günü için yapılan eylemleri araştırıp bana göndermesini bekliyorum. Örneğin helva veya lokma dağıtma olabilir. Ninelere ziyaret, Pireneler’de Sezar’a karşı savaşan Metro-Toros’un anıtlarına ziyaret, siyah giyinme, vb... Bakalım ne gelecek? (Eğer okurlarımdan bu yönde bir bilgiye ulaşan olursa lütfen paylaşalım.)
Roma komutanı Auralina önce Antakya’ya saldırdı. Aklınca 260’da Urfa’da Sasani kralı 1.Şapur’a (Zafer) yenilen Roma kralı Valerian’ın intikamını alacaktı. Antakya’da Roma Vatandaşlığı almış olan (Hıristiyan tüccar) birilerine güveniyordu, ancak onlardan da istediği desteği alamadı. Çevre dağlarda yaşayanlar tamamen Zeynep’in ordusuna gönüllü katılmıştı. Burada değil ama sonunda esir aldı Kraliçemizi, fakat Auralina kendisi de Roma’ya dönerken Silivri’de öldürüldü. Boğaz’ı geçerlerken Zeynep’in küçük oğlu Sani Toros’u annesinin ve bakıcı sütannesi Suzan’ın gözleri önünde öldürüp denize atmıştı. Muhtemeldir Üsküdar’ın İskit atlıları atlarıyla denizi aşıp onları takip etmiş, uygun yerde saldırı gerçekleştirmişlerdi.
Urfa, adında saklı olan Arifler Şehri unvanlıdır, Türkmeneli bölgesini yöneten akil adamlar burada yetişmektedir. Hala daha burada halk müziği ile saray müziği birlikte icra edilmektedir. Müzikoloji açısından bu durum böyle bir tarihi geleneğe işaret eder; halk ile yönetim birlikte sanat icra etmekteydi, kaynaşmış kitle demek olan “millet” kavramı için önemli ipucudur. 
Ekustriyani Roma komutanı Septimus Seferus Urfa’ya beş kere (198-217) saldırmış alamamıştı, oğlu Caracalla saldırmış yine alamamıştı. İmparator Valerian 260 yılında Urfa’ya saldırdığında da kendisi burada esir düştü, İran’a götürüldü. Nakşı Rüstem’de İmparator Valerian’ın İran kralının önünde yerde diz çökmüş esir halini gösteren kaya kabartmasını görmek lazım. Urfa savaşında esir alınan Roma askerleri Susa’daki ünlü Kacar Köprüsünün inşaatında çalıştırılmışlar.
Zeynep Sultan’ın imzasındaki sır...
Zeynep Sultan kendi imzasını Bat Sabba olarak yazıyormuş. Bunu Farsça açarsak BADI SABAH olur, Seher Yeli, olur. Bugün bile halk dilinde söylediğimiz bir sözdür. Ayrıca Rize’de sabah denilmez, Farsçasındaki gibi “sabba” denir. Farsça günaydın yerine “Heyri sabba” deniyor, Rize şivesiyle de “Heyri sebba” diyoruz.
Bat Zabba’ya Zeynep adı sıfat olarak verilmiştir. Bunu çözelim. Asena/Zeyna Aba’dır. Yani halkını doyuran, her çocuğu kendi çocuğu gibi seven ve koruyan ulu ablalık sıfatıdır, sonradan halkı ona bu ismi koyar. Atadan akrabası Artemis’in de üzerine dişi kurt kazınmış madeni parası var. Öte yandan, antik Roma’nın Etrüski halkı Asena Aba’yı bizden önce biliyordu, çünkü Roma’nın ünlü dişi kurt heykeli Asena halen daha oradadır. Zindan bekçisi Valentincik de her halde ona Asena olduğu için saygıyla bakıyordu.
Zeynep Sultan’dan sonra uzun yıllar Gürcü ve Ermeni Pakratuni hanedanıyla savaşan Zaza(Aziz) ordularının adı Şeddayiler diye geçer. Açılımına baktığımızda bunda da Zazaca Şehit Analılar görürüz;
Şed: Şehid
Daye: Anne (Zazaca).
Daye sözcüğü bebeği besleyip bakan “dadı” ile sesdeştir. Çünkü tıpkı Türk-Yürük D/Y harf dönüşümünde olduğu gibi sesdeşlik içerir.
Yeri gelmişken, Toros ile Tursi/Turci sesdeştir. Zeynep Sultan’ın oğlunun adındaki Lalius Sani-Toros nitelemesinden de şunu anlamak mümkündür; Leyla’nın oğlu, Turci Canından. Babası tarafında Antiokhus olan Zeynep araştırdığımızda görülür ki  VI.Mitridate’nin kızı Zeynasi’dan torunu Komagene kralı Antiokhus’un kolundan gelmektedir.
Roma Vatandaşlığı ne menem şeydir?
Zeynep Sultan’ın kocası Doğan Bey Palmira valisiyken Septimia idi, yani Roma vatandaşıydı. Bu unvanı alanlar bugün de var, türlü bahanelerle ABD vatandaşı olanlara rastladığımız gibi bir şeydir. O zaman Hıristiyanlık böyle doğmuştu, şimdi de yeni bir din doğuyor, hiç farkı yok!
Bu çalışmam sırasında 3.Bin yılın haçlı seferini anlamam kolaylaştı!
Zeynep’in kocası Odaenathus’tan (Odaen-at-us; Doğan-atalı oğul) bir kızı vardı ve 267 yılında ikincisi oğlu doğdu. Daha sonra annesiyle birlikte esir götürülürken 272 yılında Boğaz’ı geçerken öldürülecek olan Athenadorus (Sani Toros) için bebekken kral olan evlat diye bir isim verildi; Allah’ın armağanı anlamında adı Vaballathus; Atası Ulu Aba.
            Sasaniler İslam kültürünün zeminini oluşturdu.
Sasani devletinin kurucusu 1.Ardeşir’den de söz etmek lazım. Latincesi Artaxerxes.
260 yılında Urfa’da Valerian’ı esir alınca adı ŞAPUR (MUZAFFER) oldu. Babağan’dır, yani baba tarafından Büyük Kuruş Baba’nın kanını taşıyan Papak (Babeg) idi. Babağan adını biz bir Bektaşi kolu olarak da biliyoruz. (İran’da erkek adı Kuruş halen kullanılıyor.)
            Sasani devlet dili Pahlavi ağzı (Horasan Bahlia Türkçesi), bugünkü Kerkük-Urfa ağzı türkülerde duyduğumuz Türkmencedir. Ki, Urfa’dan Filistin’e kadar olan batı eyaletinin adı da Türkmeneli’dir. Anımsatayım, Auralino Erbil’e ve diğer Türkmen şehirlerine de saldırmıştır.  Auralino’nun yerli Suriyeli komutanı Arap Philip ilk Hıristiyanlığa sempati duyan Arap kral olarak tarihe geçti. Emesa’ya (Homs) ve Antakya’ya birlikte saldırdılar.
            Auralino Tyana’ya girdiği zaman 400 yıldan beri buraya şan vermiş bilim kuşağının sonuncusu (The Eldest) Apollonius rüyasında ona “yapma” diye yalvarmış! Böyle anlatılıyor. Çok büyük paralar istemiş Auralino. Bilimevinde para nerde olacaktı...
Auralino 270 yılında İskenderiye Kütüphanesini yıktı. Büyük Kuruş’un kızı 1.Artemis’in Mısır’a sultan olmasıyla başlayan (M.Ö.535) Pitolemaus (OpasıUluMaz) hanedanı tarafından korunan bu kütüphane, bu yıkımdan önce bir kere İskender tarafından (MÖ.330), bir kere de Julius Sezar tarafından (MÖ.48) de yıkılmıştı.
Zeynep Sultan Artemis’in kolundan gelen krallarla defalarca akrabaydı, kendisi de bilimin hamisiydi, döneminde bilimin de başkenti olan Palmira’yı yakmaması koşuluyla kendi bedenini yakmayı, Roma’ya esir götürülmeyi tercih edecekti. Ancak yolda oğlu gözünün önünde öldürüldü. (Mahiye Morgül, 5.6.2015)
            ***
            İran’ı İran’da Öğrenmek (4)
            İran ve Süleyman Demirel...
Bugün Süleyman Demirel’in öldüğü haberiyle uyandık. İyilikle analım.
Başbakanlığı dönemlerini değil, Cumhurbaşkanlığı dönemindeki devlet adamlığı tutumunu konuşalım. Bugün bizim için oldukça önemli dersler var orda. İran yazılarımın tam da ortasına geldi. Bu noktada kendisini saygıyla anacağım, çünkü...
Çünküsü çok önemli.
1996’da Demirel’in Tansu Çiller ve Amerika’yla yolunu ayırdığı günlerdi. Amerikan vatandaşı Çiller Hanım Azerbaycan ve İran aleyhinde işlere kalkışmıştı. Özer Çiller Örgütünün Azerbaycan’da Haydar Aliyev’e karşı darbe girişimi... Aydınlık dergisi yazmıştı. Süleyman Demirel durumu zamanında fark ederek Aliyev’e haber verdi ve Amerikan darbesini önledi.  
Demirel’in bir de İran’la ilgili tehlikeyi bertaraf edişi vardır. Şöyle anlatılır: Başbakan Tansu Çiller bir gece yarısı Türk Hava Kuvvetlerine telefonla emir verir,  İran sınırını geçen PKK militanlarını takip ederek kaldıkları yerin uçaklarla bombalanmasını emreder. O zamanki Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu bu emrin mecliste karar alınmadan verildiğini fark edip gece yarısı Köşke telefon eder, Demirel’e durumu aktarır ve bu emrin kendisinin bilgisi dahilinde olup olmadığını sorar. Demirel durumun ciddiyetini kavrar ve “operasyon emrini derhal durdurun” der. Böylece Amerika’nın bir planı daha bozulmuş olur.
            Süleyman Demirel, onca yıl Amerikancı bildiğimiz Mason dediğimiz Demirel, 1996’da Türkiye ve İran’ı böyle bir oldubittiye getirmek isteyen Çiller ailesiyle ve Amerika’yla yolunu o gün yüreklice ayırdı. Öldüğünde kendisine devlet töreni yapmak nasip olmayabilirdi, bunu düşünebilecek kadar akıllıydı; Anıt Mezarını aile parasıyla hazırladı. Bu bile bugün önemli diplomatik ayrıntıdır.
İşte, bu toprağın tarihinde bu var. İran ile bizi birbirimize kırdırmaya sıra geldiğinde düşmanların planı işlemez, “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” deriz.
Tahmin ediyorum Türk Mason Locası da o zaman allak bullak oldu, ne tutum takınacaklarını bilemediler. Demirel’in kardeşinin 20 bin kişilik özel okulu (Yükşeliş Koleji) o zaman battı. Biliyordu ipinin çekildiğini. Bu yüzden anıt mezarını Anadolu’nun bağrına yaptırdı, haklıdır, güvendiği tek yer orasıdır.
Kendisine İran Avesta Işık Kültürüyle dua göndereceğim; ışıklar içinde uyusun.
Bence İran’da ve Azerbaycan’da yas ilan edilmelidir; İran’ı ve Azerbaycan’ı Amerika’ya karşı korumak isterken iktidardan düşürüldü.
Tansu Çiller’e sonra ne oldu diye soran varsa, söyleyeyim. Eğitimin ve sağlığın küresel piyasa ekonomisine bağlanması için 1995’de Dünya Bankasına verdiği taahhütnameye uygun olarak başbakanlık baş danışmanlığı görevini aralıksız sürdürüyor. CHP de hükümet kursa o ordadır, Kemal Derviş de, Demirtaş da.
Kıvrıkoğlu Paşa’ya neler oldu, hatta dönemin kurmaylarına ne tuzaklar örüldü, bunlar çok net anlaşılır değildir. Ancak şu kadarını söyleyebilirim, 28 Şubat dedikleri arapsaçının ortasında buldular kendilerini. Kim verdi bu muhtırayı kendileri bile hala çözebilmiş değiller, ancak bu mavrayla AKP iktidar oldu, eğitim arapsaçı oldu, PKK iktidar ortağı oldu ve Suriye sınırı Barzani’ye yol oldu. Sırada İran sınırının Barzani’ye yol olması var.
PKK Suriye sınırında İŞİD’i kovalıyor senaryosuyla ilerlemeye devam ediyor. Bunun bir de İran sınırı var, AKP de yok artık, görelim n’dicek?
Yani döndük başa. Demirel’i daha çok özleyeceğiz.
Ya devlet başa ya kuzgun leşe!
            Ek: Süleyman Demirel doğduğu yer olan İslamköy’de Şehriban Hatun Camisinde namazı kılınarak toprağa verilecek. Şehriban Hatun Hz.Hüseyin’in eşinin adıdır, hoş bir tesadüf diyelim. Ancak İsparta Uluborlu (Hamideli) bölgesi bize bir şeyi daha anımsatsın; ilk sahabelerden (Müselman) Selman-ı Farisi (Selman-ı Pak) buralıdır. Hz.Ali cenge giderken kızı Zeynep’i ona emanet etmesiyle ünlüdür.
            Şimdi geçiyorum İran’a.
Gezi grubumuzun en çok heyecanlandığı şehirlerden biri Zerdüştilerin başkenti Yazd şehriydi. Yazd, onların bıraktığı kültür eserleriyle dolu. Burada ölülerin bırakıldığı dağ ve ateşin yanmaya devam ettiği Anıt Müze (Tapınak) var. Müze’de Zerdüşt peygamberin yazmış olduğu Avesta’dan orijinal sayfalar var.
Ateş Tapınağı dedikleri müzenin masraflarını Bombay’lı zengin bir aile karşılıyormuş. Ne işi var oralarda bu adamların diye merak ederken, biraz eşeleyince altından lanetli İskender çıktı. İskender kutsal kitap Avesta’nın altın harflerle yazılmış yüzlerce sayfasını yaktığı zaman, onun zulmünden kaçabilen bilim adamları Hindistan’ın kuzeyine kadar gittiler, giderken kurtarabildikleri Avesta sayfalarını yanlarında götürdüler. İskender’in adı İran’da kötülüğün temsilcisi olarak “Lanetli İskender” diye geçer. Zehirlenerek öldürülme sebebini de bunda görüyorum.  
Yazd şehrine fonetik akrabalığı olan sözcüklere gidiyor aklım. Örneğin Hz.Hüseyin’in kayınbabası son Sasani kralı III.Yazdegert (Yezdigirt) bu şehre ya adını vermiş ya da bu şehri önemli merkez haline getirmiş olmalı.
Parasında Göktürk parasındaki gibi hilal ve yıldız var, boynunda üç noktalı kolyesi var, bunları çözebiliyorum. Yazd- Kerti, Yaz’ların Kureti (şehri). 
Yaz sözcüğünü açtığımızda içinde sıkışmış halde bir EYZİ (Oğuz) vardır. Ki, Avesta bu kavmin öğretisidir, Avesta adının açılımında da bir Oğuz-Ata bulunur. Avesta’nın diğer adları olan Avestak, Vabsita, Vesta ve Oista adları içerisinde OİSTA adına dikkatinizi çekerim; içinde sıkışmış OĞUZATA vardır. (Bir unvan olarak Avgusto sıfatını Roma’nın Trakya krallarında da görürüz, çünkü henüz Hıristiyan değillerdir.)
Avesta, kıtalar halinde şiirlerdir. Kıtaların her birine GATA diyorlar; kıta ile gata sesdeştir. Kur’an da Avesta gibi şiir şeklinde yazılmıştır. Çünkü ikisi de önce şiir olarak vahyedildi. Avesta öğretisindeki meleklere inanmak, iyilik yapmak vb birçok önkabul İslam’da aynen görülür.
İran’da “şehitler ölmez” kavramını şöyle gördük; sokaklarda 30 yıl önce yaşanan İran-Irak savaşında ölenlerin resimleri var. Ulu Camilerin avlularında Kerbela şehitlerinin mezarları hala korunuyor.
            Avesta’nın dili eski Pehlevi dili. Bugünkü Afganistan Bahliya bölgesinin diliymiş. Ancak Azeri Türkçesine çok yakın, Kacar dili. Bazı kaynaklar Zerdüşt’ün kuzey-batı İranlı olduğunu yazıyor. Burada karşımıza Azeri sözcüğü ile örtüşen bir durum çıkıyor. Hatta Hazar denizinin adındaki ZAR, denizin üzerinde petrol sızıntılarının yanmasını ifade eden Ateş demektir. 
Zerdüşt peygamberin adında Zer-dostu açılımını görebiliriz. Ona göre Güneş en büyük KOR, yani HAR ve sürekli yakılan ateş de onun enerjisinden bir parça demektir. Fer ve Har,  Isı ve Işık kaynağı, hayatı var eden ana kaynak, Işık Tanrı tek tanrıdır. Bugüne uyarlarsak nurdandır dediğimiz Allah kavramıyla örtüşür.
            Avasta’da geçen bazı sözcükler bugün bile bize yabancı gelmiyor.
            Har: Güneş  (Çağrışımları; Gur, Kor. Zazaca Allah.) 
            Yazata: Tanrı/Melek ( Çağrışımları: Yezdan, Eyzi, Oğuz Ata, Yezd Şehri)
Gata: Kıta (Çağrışımları; Ezberden okunan şarkı, şiir.)
Heva: Buğday (Çağrışımları; Heyv, Ay, Bereketi veren Ay Tanrısı Maz/Mez)
Kafa: Dağ
Dvar: Kapı (Çağrışımı; duvar. Allah’a giden kapı. Dualar bu duvar önünde yapılıyor!)
Tars: Korkmak (Çağrışımı; tırsmak)
Asman: Asuman, gökyüzü. (Çağrışımı; Saman yolu, Şaman)
Daena: Din (Çağrışımı; Tuana, Doğan. Halkına kol kanat geren beyaz kuş)
Druc: Yalan (Çağrışımı; çürük. Rize’de curug adam!)
Hapta: Yedi  (Çağrışımı; hafta. Hepta Kometler: Yedi köyü olan İkizdere’nin eski adı.)
Vesp: Hepsi. (Çağrışımı; tüm toplum)
Pak: Temiz  (Ahura Mazda’nın diğer adlarından PAK)
Çareger: Çare bulan
            Hamdü Sena: Sevinince, iyi bir şey olduğunda yapılan teşekkür duası.
Homa: Güneş (Çağrışımı; Huma kuşu.)
Avesta dili üzerine bazı kaynaklar hatalı çeviri yapmaktadır. Örneğin Zerdüşt için kullanılan Zara Uştra’yı “altın deve” diye çeviriyorlar. Oysa Azerice düşündüğünüzde Sarı-İştar; “sarı yıldız” ya da “kızıl yıldız” olarak çevrilmesi gerekir. Altın gibi parlayan en parlak yıldıza verilen sıfat bu olabilir, o da yine güneştir.
            İnternette Ahora Mazda törenlerinden görüntüler var. Beyaz giysi içerisinde, dua (kıta)  okuyarak beline doladıkları ipliğe üç düğüm atıyorlar. Bu üç, düğüm, yemin ediyorum ki üç noktayı aklımdan çıkarmayacağım; “İyilikle düşüneceğim, İyilikle konuşacağım, İyi şeyler yapacağım ve asla yalan söylemeyeceğim”  demektir. Bu törenlerde duaya başlarken “Ey Mezda” deniyor; ululara EY ile seslenmek Türklere aittir.
            Zerdüşt tek eşlidir, Kuruş da... Oğuzata kültüründe tek eş var, eğer erkek çocuğu yoksa 2.evlilik yapılıyor. Bu töre yakın zamana kadar Anadolu’da da böyleydi. İran’da son kral Rıza Şah Pehlevi’de bu töreyi gördük; güzelliğiyle dillere destan Süreyya’dan oğlu olmadığı için Ferah Diba ile evlendi.
            Avesta dualarından birkaç örnek:
             *“Kutsal ateşe, berrak sulara, aya yıldıza, ışık saçan güneşe, iyiliğe, dürüstlüğe, doğru ve faydalı olan her şeye, Ahura Mezda’ya hamt ve sena ederim. Zararlı ve faydasız olanlardan kaçınırım.” Benzerlik için; Kuran’da Şems suresi, “güneşe, aya, tanyerinden yükselen ışığa, dünyayı nebatlarıyla donatana, gökyüzünü ışıklarıyla donatana, suyu ve havayı bahşedene andolsun ki...” diyerek başlar ve arkasından suya el koyan Semudi taifesi için “bu kötülüğü yaptıkları için onlar Allahsızdır” buyurur.
*“Bütün kalbimle doğru düşünce, iyi söz, güzel davranışa inanıyorum. Beni, yalancı ve kötü kalplilerden uzak tut, doğru olan yolda yürümeme yardım et. ”
            *“ Ey Mezda, var gücümüzle senden isteriz ki kötülük ve yalanı kendilerine yakın bilip doğru yoldan sapanlar, senin saçtığın ışıktan mahrum olup karanlıkta kalsınlar, kazanan doğruluk olsun.” Zerdüştilerde söz verip de tutmayan ve ailesini korumayan erkeğe kırbaç cezası var;  “Aile sahibi olmak istemeyip paralarını yeme ve içmede sarf edip doğru yoldan sapanlara 700 kırbaç vurulur.” Aileyi koruma kültürü çok önemli görünüyor.
            Günde üç kere abdest alarak namaz kılmak var. Bugün de İran’da evlerde üç kere namaz kılınıyor. Sadece Ulu Camilerde Cuma namazı kılınıyor. Hz. Hüseyin Camisi diye adı geçen çok yüksek bir duvar önünde Muharrem törenleri yapılıyor, ki bu önü açık büyük duvarın Zerdüştilikte de olduğunu görüyoruz, ona KAPI diyorlar. Çağrışımında “Allah’a giden Kapı/Duvar vardır.
Gezdiğimiz tüm camilerde iki sütün arasından geçilerek girilen dua alanı gördük. Buna bir nokta koyalım ve MÖ.12 binlere inelim, Urfa Göbeklitepe’ye gidelim. Sasanilerin önemli merkezlerinden biri olan Urfa’dayız, Roma kralı Valerian’ı 260’da burada yenmişiz. M.Ö. 330’da Lanetli İskender’in onlarca cildini yok ettiği Avesta’nın kalan sayfalarını toplayan Sasani bilim adamlarına burada ulaşıyoruz. 240 yılında Leyla Zeynep Sultan’ın doğduğu ve eğitim aldığı şehirdir. Ve Göbeklitepe’de T harfinden dikilitaşlar, iki sütunlu kapılarla geçişler... ATA kültürünün sembolü T dikilitaş...
T harfinin okunuşu Ata’dır. Oğuz Ata kültürü Avesta Göbeklitepe’de karşınızda.
ETİ, HATTİ atalarımız vardı ya, onların inanışı da buydu. “Türkler Atalarına tapardı” der antik tarihçiler. Doğrudur. Oğuzatalı olmak bizim kültürümüzdür.
            Zerdüştilerde abdest ve namaz:
Zerdüştilerin su ve ışıkla tedavi diye bilinen ritüelleri de aslında bizim bildiğimiz abdest almak ve namaz kılmaktan başka bir şey değildi. Bugün örneğin tansiyonunuz yükseldiğinde kan basıncını azaltmak için boynunuzda damar geçen yerlere yapacağınız şey suyla dokunmaktır, kulaklarınızı ıslatmak, kolları dirseklere kadar ıslatmak, vb müdahale abdest almaktır.
Namaz sırasında ise yapılan iş vücudun enerji(ışık) dolaşımını rahatlatmaktır. Tüm organlarımızla beynin bağını sağlayan sinirlerin geçtiği noktaları rahatlatmaya, yani doğada bize bir armağan olarak sunulmuş olan hazır enerjinin (ısı ve ışığın) doğal dolaşımını rahatlatmaya yarayan sistemli hareketlere namaz diyoruz. İşte su ve ışıkla tedavi.
Doğada var olan yaşam enerjisinden herkesin eşit yararlanmasını sağlamak üzere ortaya çıkan ulu kişilere saygı göstermek Oğuzata kültürüdür. Diyebiliriz ki hepimizin olan suyla, toprakla, ışıkla, nebatatla, havayla, vb güzelliklerle aldığımız bu doğal enerjiden insanları mahrum etmek isteyenlere karşı savaşmak da Oğuzata kültürüdür.
Işıktan mahrum bıraktığımız her canlı, bitki, hayvan, çocuk, insan artık özgür değildir, köledir. Günümüzde aklın ışığından mahrum bırakılan çocukları düşünmeden edemiyorum.
Bugün, yenidünya düzeninde kötülükler bu kadar çoğaldıysa, ya bize yazılmış kitapları doğru okuyamıyoruz, ya da kötülere teslim olduk. Bugün çocuklarımızın akıl sağlığını bozacak kadar kötü bir eğitime boyun eğmiş vaziyetteyiz. Yani Oğuzata törelerimizi terk ettik, çok büyük acılar yaşayacağız demektir. Kuran’da sıkça vazedilen “Onlar ki atalarının sözünü dinlemediler başlarına şunlar şunlar geldi...” denilen durumdayız.
İran ki ata kültürüne en bağlı olan ülkedir, orada “Azad Universite” tabelaları gördüm, yani özel okullar açılmaya başladı. Bu hiç hayra alamet değildir. Toplumsal çatlama bizde böyle başladı, şimdi önlenemez hale geldi. İran halkı İbni Sina’yı sadece parası olanlara mı öğretecek, çok yazık olur, kötü şeyler olur. Avesta’yı açıp yeniden okusunlar.
            ***
İran’ı İran’da Öğrenmek (5.ve son bölüm)
            Okurlarım benden yazılarımın devamı istemektedir. İran üzerine yazacak çok şey var, ancak yazılarıma ara vermek zorunda kalıyorum. Örneğin önemli bir seçim yaşadık, gündem her an değişiyor, Türk ordusu güney sınırlarımızda hareketlendi. En iyisi son bölümde tur programını okurlarıma sunayım. Çünkü tur programını gösterdiğim İranlı dostum ve diş doktorum Elhan da itiraf etti, “İranlı olarak ben bile böyle dolu dolu bir gezi yapmadım, çok mükemmel hazırlanmış bir program bu” dedi.
Turumuzun düzenleyicisi Abidin Lütfü Demir’in bizlerle paylaştığı “İran’ı sevmek için 41+41 neden” başlıklı çok değerli çalışmayı ben de okurlarımla paylaşacağım, kendisine teşekkür ediyorum. Metnin yazarı “Bilimle sanatın buluştuğu ülkedir İran” diyor, yüzde yüz katılıyorum, geometriyle ışığın dans ettiği yer.
OGK TUR’un (www.ogktur.com.tr) güleryüzlü ve sabırlı rehberi Murat Özsoy’a ve ayrıca Tebrizli rehberimiz Aydın’a buradan teşekkür ediyorum.
            BÜYÜK İRAN TURU 12 Gece / 13 Gün
MEŞHED(1gün), ŞİRAZ(3gün), PERSEPOLIS, YEZD(2gün), İSFAHAN(2gün), KAŞHAN, TAHRAN(2gün), KAZVİN, KUM, ZENCAN(1gün), TEBRİZ(1gün)
            1. Gün - ANKARA - İSTANBUL – MEŞHED (Meşhed’e  hareket.)
2. Gün - MEŞHED - ŞİRAZ
Horasan eyaletinin merkezi ve İran’ın ikinci büyük şehri Meshed’e varıyoruz. Meşhed’te dikkatinizi çekecek ilk şey altın kubbeler ve çok güzel işlenmiş minareler olacaktır. “Astane Kudse Rezevi Müzesi” ziyaretinden  sonra Tus şehrine hareket edeceğiz. Tus, eski Horasan Eyaletinde antik bir şehirdir ve kaliteli ünlü baldıranotu (köknara benzer çam ağacı) ile tanınmıştır. Tus Antik şehrinde İmam-ı Gazali’nin, İran’ın ünlü yazarı Firdevsi’nin Kabirleri ile Haruniye Medresesi gezeceğiz. Tus’tan sonra Nişabur’a hareket ediyoruz. Yol üzerinde Hacı Bektaşı Veli'nin doğduğu Fuşencan Köyü'nü de gezeceğiz. Selçuklu Sadyah Şehri ve Şair Ömer Hayyam Kabirlerini ziyaret edip Meşhed’e dönüyoruz. Akșam  Şii dünyasınin en gőrkemli türbesi olan İmam Riza`nın türbesini gezdikten sonra Fars eyaletinin başkenti Şiraz’a hareket edeceğiz.
3. Gün -ŞİRAZ
İran devletine, halka ve konuşulan dile ismini vermesiyle övünen Şiraz’ ı keşfe başlayacağız. Şiraz tarihi eserler, şairler, filozoflar, savaşçılar, krallar, orkideler, portakal ve güller şehridir. Şiraz şehrini panoramik olarak gezeceğiz. Kerim Han Kalesi, Muşir Kervansarayı, Vekil Ulu Camii, İmam Guli Han'ın 1615'te kurmuş olduğu Han Medresesi, İmam Rıza'nın 17 kardeşinden biri olan Seyid Mir Ahmed Türbesi (Işığın Kralı Türbesi) göreceğiz. Gezilerimiz sonrasında Şiraz çarşılarında alışveriş için serbest zamanınız olacak. Akşam Fars müzikli lokantadayız.
4. Gün - PERSEPOLİS -NAKŞ-I RÜSTEM -ŞİRAZ 
Sabah bir saatlik yolculuk sonrası antik Persopolis şehrine varıyoruz. Persopolis şehri, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer almaktadır. Burası eski dönem antik kentler arasında sıra dışı bir yerleşim alanıdır. Büyük Merdivenler, Apadana Sarayı, hükümdarların önemli politik kararları verdiği Tripylon, Haremsara Müzesi, Hazine ve Yüz Sütun Sarayı’nı ziyaret ediyoruz. Persepolis'teki ziyaretlerimizin ardından Nakş-ı Rüstem antik şehrine gidiyoruz. Burada Akmenid krallarına ait 7 mezar bulunmakta ve devasa kaya oymaları yer almaktadır. Sasani kralı 1.Şapur’un Roma kralı Valerian’ı Urfa’da esir alışı da burada kayaya nakşedilmiştir. Bu eserler karşısında etkilenmemek mümkün değildir. Şiraz’a geri dönüyoruz. Şair Hafız’ın güzel türbesini ziyaret ediyor ve şiirleri eşliğinde bu güzel günümüzü tamamlıyoruz.
5. Gün -ŞİRAZ - PASARGARDE - ABARKUH - YEZD
Sabah kahvaltımızın ardından Pasargade antik şehrine gidiyoruz. Burası UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer almaktadır ve burada İskender’in de ziyaret ettiği Büyük Kuruş’un anıt mezarını görüyoruz. Antik Pasargad şehir ziyaretimiz sonrasında yolculuğumuz Yazd’a (Yazada/Avesta şehri) devam ediyor. Yaklaşık 3 saat sonra Aberkuh köyüne uğruyor ve 3500 yaşındaki anıt Andız ağacını ziyaret ediyoruz. Akşam saatlerinde Yazd’daki otelimize giriş yapıyor ve gece kamp karavan otelimizde çamlar arasında bülbül sesleriyle uyanıyoruz.  
6. Gün - YEZD
Burası dünyanın en eski kerpiç şehri Zerdüştler şehri olarak anılmaktadır. Sessizlik Kulelerini, Ateşgah, İran'daki en büyük Hüseyniyeler’den biri olan Amir Çakmak Mescidini ve Külliyesi ve Badgirleri (Rüzgar Kulelerini) geziyoruz. Sonra yapacağımız yürüyüş turumuzda, Yezd Su Müzesi, Hazire Camii, Seyit Rükneddin Mozolesi, 15. yy'a kadar giden tarihiyle Jameh Camii ve 12 İmam Türbesi göreceğimiz yerlerden bazılarıdır.
7.Gün -YEZD- İSFAHAN ( 381 km )
Yezd-Isfahan yollarının kavşağında bulunan ve dokumacılıkla tanınan Nain (Narin) şehrine hareket ediyoruz. Daha sonra Nain’dekinden farklı bir mimari planı sunan  Mescid-i Cuma’yı gezeceğiz. XI. Yüzyıldan itibaren Selçuklu Hanedanı döneminde İsfahan ve Kazvin’de ki gibi  Ardistan’da  da yeni bir cami mimari planı ortaya çıkar. Bu planın en önemli yeniliği ise kubbeli ana mekan ile sonradan İran camilerinin karakteristiği haline gelen 4 eyvanlı iç avludur.  Akşamüstü saatlerinde Zağros sıradağlarının eteklerinde uzanan muhteşem İsfahan’a varacağız.  İsfahan şehir turunda Şeyh Abbas’ın 1602’de yeni başkenti dekore etmek için yaptırdığı ve Pekin’deki Tiananmen Meydanından sonra dünyanın en büyük 2. meydanını göreceğiz. Bu meydandaki İmam Camii, Şeyh Lutfullah Camii, Kızlar Camii, Qeysarieh Kapısı ve Ali Kapı Sarayı göreceğimiz yerler arasındadır.
8. Gün -İSFAHAN 
            “Isfahan, yarım cihan” yani dünyanın yarısı olarak isimlendirilen İsfahan'da, İsfahan Meydanı, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer almaktadır. Buraları, 17. yy.da Şah Abbas Dönemi’nde şekillenmiştir ve Pekin'deki Tiananmen Meydanı'ndan sonra dünyanın en büyük ikinci meydanıdır. Meydanı ve bu Meydan da yer alan İmam Camii’ni geziyoruz. Şehir turumuzun devamında Selçuklu Ulu Camii, 40 Sütunlu Saray, Ali Kapı Sarayı, Isfahan’ı ikiye bölen nehirdeki tarihi Khajou ve 33 kemerli köprüyü görüp alışveriş için İsfahan çarşılarında kısa bir serbest zamanınız olacak.
9. Gün -İSFAHAN - KAŞHAN - KUM - TAHRAN
Sabah erken saatlerde İsfahan’dan ayrılıyoruz. 170km’lik yolculuk sonrasında Kaşhan’a varıyoruz. Burada UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan FIN Bahçelerini ziyaret ediyoruz. Kum şehrine doğru yolculuğumuz devam ediyor. Mollalar şehri olarak bilinen Kutsal Kent Kum’ da Hz. Fatma Türbesini geziyor ve Kum Çarşısı’nda alışveriş yapıyoruz. Alışveriş sonrası Tahran’a hareket edeceğiz. Yaklaşık bir buçuk saat sonra başkent Tahran’a varış.
10. Gün -TAHRAN
Gezimiz sırasında tüm ülke tarihine ışık tutan ve eşsiz bir koleksiyon barındıran Arkeoloji Müzesi, Cam ve Seramik Müzesi, Kaçar Hanedanının Avrupa saraylarından etkilenerek yaptırdığı Gülistan Sarayı, Kaçar ve Safevi Hanedanlarının değerli taşlarının sergilendiği Milli Mücevher Müzesi’ni ziyaret edeceğiz. Turumuz sonrasında  Azadi Meydanı, Musalla Cami, Burç el Milad ve Tahran’ın caddelerini göreceğiz. 
11. Gün -TAHRAN-KAZVIN-ZANCAN
Sabah erkenden yola çıkıyoruz. İsfahan’dan önce Safevilerin başkenti olmuş Kazvin’de İmamzade Hüseyin Türbesi, Selçuklu Ulu Camii ve Safevi Cihli Sütun gezisini yapacağız. Yolumuza devam ederek  Zancan`a 35 kilometre mesafede UNESCO dünya mirası, Dünyanın 3.büyük kubbesine sahip Hz.Ali için yaptırılan SULTANIYEH kubbesini gezimizi yapacağız. Gezimizin sonunda Zancan’a hareket edeceğiz. Zancan, İlhanlı Hükümdarı Olcaytu döneminde başkent olmuştur. 1384 yılında Timurlenk zamanında yıkılan şehrin tek kalıntısı, 1302 - 1312 yıllarında inşa edilen Olcaytu’nun muhteşem türbesidir. UNESCO dünya mirası listesindeki bu muhteşem türbeyi, Çamaşırhane, Kapalı Çarșı, Ulu Camii ve Medresesini geziyoruz.
12. Gün -ZANCAN - TEBRİZ 
Kahvaltı sonrası İran’da İlhanlı İmparatorluğu’nun başkenti seçilen ve zengin bir geçmişe sahip olan Tebriz’e hareket edeceğiz. Tebriz,  Safevi döneminde İsfahan ve Kazvin gibi dokumacılık sanatı ile tanınmaktadır. Turumuzda etnolojik ve arkeolojik eserleri barındıran  Azerbaycan  Müzesi ve kentin ünlü tarihi mekânı olan Mescid-i Kabud gezilecektir. Cihan Şah tarafından inşa edilen ve Türk Mavisi (Lacivert)   çinileriyle ünlü bu eser birçok depremden zarar görmüş fakat iyi bir şekilde onarılmıştır.
13. Gün -TEBRİZ- İSTANBUL- ANKARA İstanbul’a hareket.
            İRAN'I SEVMEK İÇİN 41+41 NEDEN
            ABD yeni hedef olarak karşısına Iran'ı koymuşken, önyargılarından sıyrılıp İran'a bakmak isteyenler için, Ali Işıngör'ün kaleminden...
            1- Dünyanın en devrimci balığının yaşadığı yerdir. Samed Behrengi‘nin doğduğu, 18 yaşında köy öğretmeni olduğu, "bir kaşık suda" boğulduğu, ama hâlâ köy çocuklarının kalplerinde yaşatıldığı ülkedir.
            2- En güzel saraylarından biri "40 sütun" anlamına gelen "Çehel Sütun" adını taşır, ama gerçekte 20 sütunludur. Diğer 20 sütun için, sarayın hemen önünde uzanan dev havuza yansıyan aksine bakmanız gerekir!
            3- "Çehel Sütun" sarayının hemen arkasında bir başka saray, "Heşt Beheşt" yani "Sekiz Cennet" Sarayı vardır. 400 yıllık bu botanik bahçesi, size yeryüzünde cennetin mümkün olduğunu düşündürür. Neden mi "Sekiz Cennet"? Çünkü tanrının sadece yedi cenneti vardır ...
            4- Basık suratlı ve uzun tüylü kedilerin anavatanıdır.
            5- İsfahan… İranlılar’a göre burası "Nisf-ı Cihan"dır, bir başka deyişle bu kent o kadar güzeldir ki, evrenin yarısını görmüş gibi olursunuz. Siz siz olun, bir İranlıyla konuşurken "İsfahan nısf-ı cihan" demeyin, size "Ne, kulli cihan!" yani "Hayır, evrenin tamamı!" diyebilir…
            6- Siesepol: İtalyan Rönesansı’nın en güzel köprülerini düşünün ve bu köprünün Toskana’dan 5.000 km uzakta, bir çölü bölen geniş bir nehrin üzerinde kurulduğunu düşünün. İranlılar bu köprüye "doğulu" dehşet bir özellik katmışlardır, köprünün 33 gözünün altındaki nehir yatağı teraslanmıştır, bu nedenle de dünyanın en güzel su sesini burada duyarsınız. Özellikle de uzaktaki karların eridiği Mayıs-Haziran aylarında…
            7- Yüzünün tamamı gözden oluşan, ceylan yürüyüşlü güzel kızların diyarıdır İran. O güzel kızla saatlerce Hayyam’dan, Sadi’den, Italo Calvino’dan konuşabileceğiniz "gerçeküstü" bir memlekettir.
            8- "Cennette huriler varmış kara gözlü, / içkinin de oradaymış en güzeli. / Desene biz tam cennetlik olmuşuz, / bak bir yanda şarap diğer yanda sevgili…" diyen adamın, Ömer Hayyam‘ın ülkesidir İran.
            9- Geniş bahçelerin ve şehir ortasında içinde yapay göllerin bulunduğu devasa parkların ülkesidir İran. Parklarını filozoflarının, şairlerinin ve matematikçilerinin büst ve heykelleri süsler.
            10- Unutmayın, McDonalds’ın işgal etmediği dünyadaki son yerlerden biridir İran!
            11- En yakası açılmamış tanrıtanımaz fıkralar burada anlatılır. Mollalar bunun önüne geçemedi.
            12- İran’daki bazı devasa camileri aydınlatmak için tek bir mum yeter! İran süsleme sanatlarından Aynakâri, en büyüğü serçe parmağınızın tırnağı büyüklüğünde milyonlarca renkli aynanın tüm kubbeyi hatta mukarnas süslemeli duvarları kaplamasına
dayanır. İçeriyi aydınlatmak için tek bir mum yeter de artar, gözleriniz kamaşır…
            13- Tavla‘nın doğduğu yerdir.
            14- Ali Gapu: Bir oda düşünün, duvarlarında ve kubbesinde değişik müzik çalgılarının şeklinde oyulmuş yüzlerce oyuk olsun. Safevi Şahı Abbas odaya girmeden önce bir müzik heyeti bir saat kadar müzik çalarmış odada, şah geldiğindeyse sessizce dışarı çıkarmış. Odanın mükemmel akustiği, dakikalarca müziğin odada yankılanmasını ve devam etmesini sağlarmış…
            15- Amerikan yasalarınca Microsoft ürünlerinin satışının yasaklandığı bir ülkedir burası. İranlılar ters mühendislik yoluyla Windows işletim sistemini kırıp, üzerine 3-5 yazılım ve adam gibi çalışan Farsça/Arapça desteği ekleyerek Windows Parsa adıyla piyasaya sürer. Windows Parsa, Körfez ülkelerinde de Microsoft’u silkeler! smile ifade simgesi
            16- İran İslami bir devlet olmasına karşın, parlamentosunda Ortodoks (Ermeni), Musevi ve Zerdüşt azınlıklara koltuk ayrılmıştır! Ermeni azınlığın alkollü içki (şarap) üretme ve bunu azınlık üyelerine satma imtiyazı var!
            17- Dünyanın en çok satan mizah dergileri İran’da çıkar. Toplumsal muhalefetin sığındığı kalelerden biri olan mizah, İran’da muhteşem bir inceliğe ve kıvraklığa sahiptir. Bazı fıkralar sizi sandalyenizden düşürebilir. İranlı karikatüristlerin her yıl uluslararası karikatür ödüllerini toplaması boşuna değildir.
            18- İran’da Hz. Muhammed‘in resmini yapmak serbesttir. Dini bayramlarda Hz. Muhammed’in dev resimleri şehrin geniş duvarlarını "Che Guevara" misali süsler… "Bizde günahtır" dediğinizde İranlılar şaşırır: "Peygamber bizim gibi bir insan. Onu neden putlaştıralım ki?"
            19- Ünlü sinema yönetmeni Abbas Kiyarüstemi’nin ülkesidir İran. Bir diğer Abbas, Magnum’un ünlü fotoğrafçısı olan Abbas’tır. Onun fotoğraflarını tanımamak, en hafif tabiriyle "ayıptır".
            20- Ortadoğu’nun İngilizler ve Fransızlar tarafından çizilmemiş tek sınırı, 1639′daki Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla çizilen Türkiye-İran sınırıdır. O günden beri bu sınır değişmedi…
            21- İranlıların Büyük İskender’e ülkelerini istila ettiği için değil ama Persepolis Kütüphanesi‘ni yaktırdığı için öfke duyması, sizi derin düşüncelere sevk eder. Bir daha saygı duyarsınız karşınızdaki medeniyete…
            22- Dünyanın en uzun caddesi Veli Esr, 17 kilometre uzunluğundadır. Tahran şehrinin tüm diğer sokaklarında olduğu gibi, bu caddenin de her iki yanından kuzeydeki dağlardan gelen serin sular, gürül gürül akar. 17 kilometre boyunca caddenin her iki yanında ulu kavak ve çınar ağaçlarının gölgesindesinizdir ve burası şehrin tam ortasıdır!
            23- Resmi istatistiklere göre İran’ın en zengin kişisi Hz. Hüseyin‘dir! İranlılar, vasiyetname ve miraslarında bir şeyleri hep Hz. Hüseyin’e "vakfederler". Hz. Hüseyin’in adına kurulan vakıflar, İran’da 1300 yıl boyunca bağışlanan sayısız gayrı mülke ve gelir kaynaklarına sahiptir. Tapu kayıtlarında Hz. Hüseyin’in adı bolca geçer …
            24- İran’ı sevmek, Sadi‘yi ve Gülistan’ı bilmektir. Sadi’nin Şiraz’daki kabri muhteşem bir anıttır ve bu anıtın altından bir berrak pınar geçer. Merdivenlerle pınarın yanına iner, Gülistan’dan mısralar okursunuz.
            25- İran’da her yıl Türkiye’den çok daha fazla Batı dillerinden kitap çevrilir. Bu çeviriler, Türkiye’dekinden çok daha kalitelidir.
26- 65 kadar yerel dilin konuşulduğu, 40 kadar farklı etnik grubun (bizdeki gibi sadece ismi kalan gruplar değildir bunlar) barış içinde yaşadığı, tüm çabalara rağmen Yugoslavyalılaştırılamayan bir ülkedir İran…
            27- İran, Ortadoğu’nun en güçlü devlet geleneğine sahip ülkesidir. Selçuklu hükümdarlarına hizmet eden İranlı devlet adamı Nizamülmülk (M.S. 1018-1092) Machiavelli’den yaklaşık 3 asır önce tarihin ilk modern siyaset bilimi kitabını, Siyasetname’yi yazdı. Modern devlet yapılarının temelini atan Nizamülmülk, o kadar çok devlet kurumu ve resmi bina yaptırdı ki, bugün bile asker kışlalarının, bakanlıkların ve cezaevlerinin giriş kapısı onun adıyla yani "Nizamiye" olarak çağrılıyor!
            28- İran’da sokakta elinde teberzinleriyle gezen dervişlerle karşılaşabilirsiniz. Dervişlerle oturup tanrının varlığı hakkında saatlerce konuşabilirsiniz. Derviş "tanrı yoktur" derse sakın şaşırmayın, sûfi inancı "böyle bir şey"dir, sizi her an şaşırtır ve tanrıya daha da yaklaştırır…
            29- İran adı üstünde bir "İslam Cumhuriyeti"dir ama namaz vaktinde bangır bangır bağıran ezan sesi duyamazsınız. Ezan sesini duymak için radyoyu açarsınız. İran’da cami sayısı da çok azdır. Yüksek bir yerde baktığınızda, şehir bizdeki gibi "çivili tahta"ya benzemez.
            30- Yahya Kemal’in "Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış; / yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle. / Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış, / Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle." dediği yer gerçekten de vardır. Şiraz’da sabah 4′te kalkın, minibüsle 20 kilometre yol yaptıktan sonra Hâfız’ın kabrine varacaksınız. Eğer şanslıysanız, artık bir gül bahçesi olan Hâfız’ın kabrine günbatımına doğru bülbüllerin gelişini izler ve şafak vaktine dek şarkılarını dinlersiniz…
            31- Tahran’da 1990′ların başından bu yana, tüm apartmanlarda "daire sayısı+1" araçlık garaj yeri ve daire sayısı kadar sığınağın yapımı zorunludur. Kişi başına düşen araç sayısı İstanbul’dan çok daha fazla olan Tahran’da park sorunu ile karşılaşmazsınız.
            32- Kadınların üniversite mezunu olma ve kamu kurumlarında çalıştırılma oranları Türkiye’den daha yüksektir.
            33- Hz. Zerdüşt’ün ve 1500 yıldır sönmeyen ateşinin ülkesidir İran.
            34- Emevilerle İspanya’ya kadar giden muhteşem su uygarlığının doğduğu yer İran’dır. Derin su kanallarının, su dağıtım şebekelerinin ve kanal sisteminin anavatanıdır İran.
            35- İranlılar 2500 yıl önce çöl ortasında buz üretmenin yolunu bulmuştu. Bir mühendislik ve mimari harikası olan Yahçal‘lar ve Ab Anbar‘lar bugün bile kullanılıyor.
            36- İsfahan’daki Nakşı Cihan Meydanı, tarihi İpek Yolu’nun sergi ve fuar alanı olarak binlerce yıl kullanıldı. Bugün dünyanın en büyük ikinci meydanı olan bu alanı görmeden İran’ı anlayamazsınız!
            37- İbni Sina ya da Batılıların ona verdiği isimle Avicenna, modern tıp biliminin babası kabul edilir. Paris Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’nin girişinde kimin dev bir portresi vardır, bir tahmin edin bakalım?
            38- İran, Robocup 2006′ya altı tanesi tamamen bayanlardan oluşan 50 takımla katıldı. Öğrencileri özendirmek için, bu yarışmaya girenler üniversiteye giriş sınavından muaf tutulup diledikleri bölüme kafadan girme hakkına kavuşurken, uluslararası bilimsel yarışmalarda başarı gösterip madalya getiren öğrenciler zorunlu askerlik hizmetinden muaf tutulmaktadır.
            39- İran’da dilencilik yasaktır, vakıflar ve aşevleri çok etkin bir şekilde çalışır. Dilerseniz sokaktaki yardım kutularına para atabilirsiniz. Kimsenin aklına bu kutuları parçalamak gelmez…
            40- Şii imamlarının sekizincisi olan Hz. İmam Rıza’nın Meşhed’deki kutsal türbesi, tüm görkeminin yanında bir de "iyinin eninde sonunda kötüyü yeneceğine" dair bir doğu masalını içinde taşır. Rivayet bu ya, Hz. Ali’nin soyuna olmayacak kötülükler yapan Abbasi halifesi Harun Reşid’in cenazesi yıllar boyunca toprak tarafından kabul edilmez, kusulur. Ta ki, yıllar sonra İmam Rıza’nın ayak ucuna gömülünceye kadar… 1001 Gece Masalları’nın görkemli halifesi Harun Reşid’in küçük sandukası gerçekten de İmam Rıza’nın ayak ucundadır.
            41- Doğunun onurudur İran… Muaviye karşısında Hz. Ali, Yezit karşısında Hz. Hasan ve Hüseyin, Abbasi halifesi Harun Reşid karşısında İmam Rıza, petrol tröstlerinin karşısında Musaddık, Şah’ın karşısında Behrengi, Molla’nın karşısında Şirin Ebadi, Teksaslı George Bush’un karşısında ise 7.000 yıllık bir kültürdür…
            42) Hoseyniye Emini (Hüseyin’e emanet): İlk hikâyemiz bu metnin yazarı olan “fakir“in sülalesine dair. Bir varmışlı bir yokmuşlu zaman kiplerinde, yazarın dedesinin büyükdedesinin dedelerinden biri, İran’ın en zengin beylerbeylerinden biriymiş. İşte o zamanlardan birinde, İran şahı Tebriz’deki yazlık sarayından Rey kentine dönerken, yolu her yanı bakımlı, köylüleri zengin mi zengin bir köyden geçmiş. Yanındaki vezire sormuş:
            “Bu kimin köyüdür böyle?”
Vezir, “Beylerinizden Ahmet Han’ındır” demiş.
Neyse, bir sonraki mola yerine doğru yola koyulmuşlar. Birkaç saat kadar gittikten sonra başka bir bol çeşmeli, zengin bir köyde durmuşlar. Şah yine soracak olmuş:
“Peki, bu köy kimindir?”
Vezir çekinerek yine aynı cevabı vermiş: “Beylerinizden Ahmet Han’ındır.” Yol boyunca hangi zengin, müreffeh köyde duracak olsalar o köyün Ahmet Han’ın (İsmini hatırlayamadığım için uydurdum-A.I.) olduğunu, biraz canı sıkılarak ama çokca da kıskançlıkla öğrenmiş İran Şahı. En sonunda dayanamayıp, patlamış:
“Kimmiş bu Ahmet Han! Götürün bakalım beni onun evine!”
Şah’ı Kazvin kentinin içinde, muhteşem bir konağa götürmüşler. Köşkte tek bir cam olmamasına rağmen, içerde yüzlerce renkli gölge dolaşıyormuş. Pencereler, eşi görülmedik bir şekilde güneşte parıldıyor, içeriye seyredeni sarhoş eden çeşitli ışık oyunlarını bırakıyormuş. Meğerse Ahmet Han, tüm konağın vitraylarını cam yerine Karagöz-Hacivat figürlerinin de yapıldığı gergedan derisinden yarı şeffaf/renklendirilmiş süslemelerle kaplamış! Bütün bir konak, tavanını süsleyen aynalarla birlikte bir masal sandığını andırıyormuş…
Şah, kendi sarayından bile güzel olan bu konağı ve sahibini çok kıskanmış… Konağa “usulünce” el koymak için Ahmet Han’a herkesin duyacağı bir şekilde seslenmiş:
-Ahmet Han, çok güzel bir saray yapmışsın! Burası “şahlara layık” bir yer olmuş!
Ahmet Han’dan ses çıkmamış.
-Ahmet Han! Sana diyorum! Bir “şaheser” olmuş burası!
 Ahmet Han yine duymamazlığa gelmiş. Şah hiddetlenmiş:
- Ahmet Han! “Şahane” bir konak olmuş burası. Çok güzel!
  Ahmet Han başını yerden yavaşça kaldırmış, kimsenin beklemediği bir cevabı yapıştırmış:
- Sahibi daha da güzel!
İran şahı çok hiddetlenmiş kendisini küçümser gibi konuşulmasından. Korumalarının elleri Ahmet Han’ın boynunu oracıkta almak için kılınçlarının kabzalarına uzanırken, öfkeyle haykırmış şah:
- Demek öyle seni densiz! Kimmiş sahibi bakalım buranın!
- Hazreti Hüseyin‘dir efendim!
Konağını o dakika Hz. Hüseyin’e vakfeden Ahmet Han, böylelikle hem evini hem de boynunu kurtarmış… Bugün, halkın “Hoseyniye Emini” yani “Hüseyin’e emanet” dediği bu konak, İran’ın “ulusal hazine”lerinden biri ilan edilmiş durumda.
Camlaşıncaya kadar inceltilen ve renklendirilen gergedan derisiyle kaplı bu konağın eşsiz vitrayları, insana dev bir Karagöz-Hacivat sahnesinin içinde olduğunu düşündürür…
            43) Peygamberiyye: Yine Kazvin’deyiz. İranlılar için çok kutsal olan Peygamberiyye Türbesi, dua etmeye gelen insanlarla dolup taşar. Asıl ilginç olan, burada bir tarikat şeyhinin değil. dört Yahudi peygamberinin gömülü olmasıdır! İsimlerinin Kuran’da da geçtiği söylenen ve İranlıların dua etmek için gittiği peygamberlerin isimleri şöyle: Selam, Solum, Elkiya ve Suhuli.
            44) Pilavın hasının yapıldığı yerdir İran. İran pilavının altında yufkadan bir tabaka (tedik), içinde zereşk gibi mayhoş kuş üzümleri ve İran fıstıkları, pilava rengini veren zerdeçal, üstündeyse enfes kokusunun sebeb-i hikmeti safran vardır. Pilav tüm bu zenginliğine rağmen “kuru kuru” yenmez İran’da. Yanına kesinlikle bir başka öğün daha eşlik eder! (Hatırlattığı için Atilla Aktuna‘ya teşekkürler)
45) İran halkının yaklaşık yüzde 95′i genel sağlık sigortasının kapsamındadır. Bu da yetmezmiş gibi, sağlık hizmetleri de son derece ucuzdur. Van, Hakkari ve Ağrı gibi sınır kentlerinde yaşayanlar bu nedenle diş çektirmeye bile İran’a gider!
            46) Heft Sin: İranlıların her yıl baharın ilk günü kurduğu Nevruz sofrası, son derece ilginçtir. Sofraya S harfi ile başlayan ve herbiri muhteşem bir derinlik içeren yedi (7) sembol konur. Bunlar; Sib (Elma, güzelliğin ve sağlığın simgesi), Sirke (İhtiyarlık ve sabır), Sümbül (Baharın gelişi), Sebzi (Buğday-arpa ya da mercimek sürgünü, yeniden doğumun simgesi), Sumak (ilkbahar güneşinin rengi), Sir (Sarmısak, tıbbın simgesi) ve Semenu‘dan (bir çeşit tatlı, zenginliğin simgesi) oluşur. Bunların dışında ayna (güzellik), iki uzun mum (aydınlık), balık (21 Mart ile elveda edilen balık burcunun simgesi), su dolu gümüş kasenin içine konan portakal (uzayda gezen dünya) ve iki kutsal kitap (İncil, Kur’an ya da Avesta’dan birine Firdevsi’nin Şahnamesi ya da Hafız’ın divanı eşlik eder) da bu nevruz sofrasında yerini alır.
            Bu sofrada kadim bir medeniyetin bilime, tıbba, astronomiye ve şiire olan tutkusunu bulabilirsiniz! (Murat Ağalday’a selam)
            47) İran’da Nevruz’un sizi şaşırtan alışkanlıklarından bir diğeri de “Hacı Piruz” adındaki teatral kişiliktir. Siyaha boyalı yüzü ve baştan ayağa kırmızı kostümü ile Hacı Piruz, orkestrası ile sokakları arşınlarken çocukların da sevgilisi olur. Bu geleneğin asıl ilginç yanı, kökenini Sümer/Babil tanrılarından Tammuz‘u anma törenlerinden almasıdır. Temmuz ayının adını nereden aldığını sanıyorsunuz?
            48) İran’da Nevruz’un en güzel adetlerinden biri, mart ayında pazarda neredeyse tüm yumurtaların boyanarak satılmasıdır. Siz hiç yumurta seçerken zorlandınız mı?
            49) İran’da 4.000 yıldır kutlanılan bir diğer bayram da kışın gelişinin kutlandığı (21 Aralık) Yelda‘dır. Kökenlerini güneş tanrısı Mithra’nın doğumundan alan bu bayram, Romalıların Saturnalia ve Sol Invicta şenliklerinden de izler taşır. Dünyada Babilliler, Persler ve Romalıların kutladığı ve hâlâ kutlanılan başka bir bayram daha gösterebilir misiniz?
            50) Demavend, 5671 metrelik zirvesiyle (Ağrı Dağı 5137 metre) dağcılığa kıyısından köşesinden bulaşmış hemen herkesin bir gün çıkmayı hayal ettiği zorlu bir rakiptir.
            51) Furuğ Ferruhzad, Modern İran Şiiri’nin hüzünlü, gizemli, baştan aşağı dişilik içeren sesidir. Nilgün Marmara gibi o da erken gidenlerden.
            52) İran’da karikatüristler, ressamlar, yazarlar, geleneksel el sanatları ustaları için sanat çarşıları vardır. Bu çarşılarda dükkân açmak çok ucuz, küçük bir köşede tezgâh açmak ise bedavadır! Bu çarşıda sanatçılara yemek çıkar, elektrik su gibi giderlerse vakıflar tarafından karşılanır.
            53) Mevlana Celaleddin Rumi tüm eserlerini Farsça dilinde yazmıştır. Mevlana’yı anlamak için “çeviri olan” Türkçeden değil, asıl dili olan Farsçasından okumak gerekir. Mevlana’yı okudukça Farsçayı, Farsçayı okudukça Mevlana’yı seversiniz. İran’da ortaokullarda dört yıl boyunca okutulur “Mesnevi”…
            54) Ali Şeriati: İran İslam Devrimi’nin fikir babalarından birisidir. İslam devrimi Humeyni’nin ellerinde onun hayal ettiğinden çok farklı noktalara evrilmiş, sonunda Humeyni’nin kanlı ajanları tarafından öldürülmüştür. “Doğu’nun Karl Marx’ı” da denen Ali Şeriati, Das Capital’dakinin aksine, son derece anlaşılır ve yüreklere işleyen lirik bir dil kullanır. Öğrencilerine “Müslüman olamıyorsanız, en azından Marksist olun” diyecek kadar açık görüşlü bir düşünce adamı olan Ali Şeriati, Sartre’a “I have no religion, but if I were to choose one, it would be that of Shariati’s” dedirtecek türden bir filozoftur. Ali Şeriati’nin bence en güzel sözlerinden biri şudur: “Zenci Bilal’in kalbinin fethi; Endülüs kıyılarının fethiyle yanyana düşünülemeyecek kadar büyüktür…”
            55) Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı”da da bolca ve hayranlıkla bahsettiği Behzad’ı (1450-1535) unutmamamız gerek. O İran’ın gelmiş geçmiş en meşhur minyatür ustasıdır.
            56) Bir diğer minyatür ustası olan Reza Abbasi‘nin (1565-1635) adına kurulan müze, dünyanın en büyük minyatür ve hat koleksiyonunu barındırır. Tahran’a yolu düşen herkesin kesinlikle uğraması gereken bu müze, M. Ö. 2.000′lerden bugüne uzanan muazzam bir yerdir. Müzenin Azeri müstahdemleri Türk olduğunuzu duyduğunda size muhteşem bir ilgi gösterecektir. Bütün müzeyi elinizde ince belli çay bardağıyla gezebilir, muhteşem minyatürlerin karşısında yere oturup, seyre dalarak keyifle çayınızı yudumlayabilirsiniz…
            57) Çehelçerag (Kırk mum): İran’da sokakta yürürken karşınıza aynalardan ve küçük ampullerden oluşan küçük bir tak çıkarsa sakın şaşırmayın. O evde genç bir çocuk ya da delikanlı ölmüştür ve ailesi bu “erken ölüm” için yastadır. Rüzgârda salınan ayna ve lambalar, o gencin ışıltısını, cıvıl cıvıl neşesini sembolize eder.
            58) Safevilerin Erdebil’den sonra ikinci başkenti olan Tebriz’in orta yerinde, karşılıklı duran iki çarşı vardır. Karşılıklı duran ama birbirine kavuş(a)mayan bu iki çarşıdan birinin adı Mevlana, diğerininkiyse “Şems-i Tebrizi”dir.
            59) İran’da eski pazarlarda esnaflar hâlâ abaküs (Çortke) kullanır. Üç haneli rakamların çarpma işleminin nasıl büyük bir hızla yapıldığını gördüğünüzde, şaşkınlıktan küçük dilinizi yutabilirsiniz.
            60) İran “şiirin kutsal, şairin ise evliya” kabul edildiği yeryüzündeki “son edebiyat cenneti”dir. Şairler sadece günlük yaşamda değil, ölümden sonra da ayrıcalıklıdır. Mezarlıkları bile anıtsaldır! Tebriz’deki “Şairler Mezarlığı“nda ünlü şair Sartre’ın ziyaret ettiği Şahriyar’ın yanında 600 şair daha yatar! Dünyanın en duygusal, en “şairane” mezar taşları buradadır.
            61) 2004 yılı itibariyle İran’da 35 milyon kişi kütüphanelere gitti. Ülkede geçtiğimiz yıl satılan kitap sayısı ise 81 milyonu geçti.
            62) Tek başına Sadık Hidayet için bile sevilir İran.
            63) Dünyanın en zengin ve dokunulmamış sub-tropikal mercan resifleri Kızıldeniz’de değil, İran Körfezi’ndeki Kişm Adası’ndadır.
            64) Dimdik bir yamaçta kurulmuş bir Doğu Karadeniz yaylası köyünü düşünün. Yamaç o kadar dik olsun ki, her evin bahçesi, aynı zamanda alt sıradaki evin tavanı olsun! Bu kentte sarhoşlar dengesini kaybedip düştüğünde tavandan içeri girsin ve buna kimsecikler şaşırmasın! Burası Masule’dir…
            65) Hatemkâri, İran’ın el işi sanatlarının belki de en yaygın olanıdır. Ahşap üzerine metal, renkli taş ve fildişi kakma yöntemi ile üretilen hatemkâri, geometrik formların tekrarını içerir. (Nicomedian‘ın İran’ı sevme nedenlerinden biri)
            66) İran’da medreselerin avlularında ve bazı eski çarşıların içinde, bakırcılarla kalaycıların arasında bir yerlerde Nogrekâriciler vardır. Nogrekâri, sabrın öğretilmesi için medrese talebelerine yaptırtılan ve küçük elli çırakların küçük bir tığ ve çekiçle bakırın üzerine noktalar atarak resim çizme ve bu resmi kalay, kömür karası, asit yedirme gibi tekniklerle renklendirme sanatına verilen isimdir. Bir büyük boy tepsinin Şahname’den ya da Gülistan’dan bir sahneyle betimlendirilmesi, bazen iki yılı bile alabilir…
            67) Mukarnas: Yukardaki resme bakın ve buradaki form içbükey mi yoksa dışbükey mi bulmaya çalışın. İşte Mukarnas sanatı budur. Bilimle sanatın buluştuğu ülkedir İran.
            68) Hayyam’dan 100, Mevlana’dan ise 250 yıl önce yaşayan Hemedanlı Baba Tahir Üryan, sokaklarda çıplak dolaştığı için ona bu isim uygun görülmüş. En kudretli sultanların bile saygı duyduğu bu dörtlük ustası, muhteşemdir: Dünyadan yolcuyum-gidiş ta öteye; / Çin’den çok uzaktır-yöneliş ta öteye. / Bir bir sorarım rastladığım yolculara: / “Son geldi mi? Son yıldız için yol nereye?”
            69) Kapı kulplarının cinsiyeti vardır Kazvin’in eski evlerinde… Tok sesli ve ağır olanlar erkekler içindir; kadınlarınki ise ince, narin bir ses çıkarır. Evdekiler böylelikle kapının sesinden gelenin cinsiyetini anlar, tatsız kazalar önlenirmiş!
            70) Cennetin neye benzediğini merak ediyor musunuz? Yaşayan en büyük minyatür ustası Mahmud Farsciyan‘ın resimlerine bakın.
            71) İran, Türkiye’den sonra dünya üzerinde en çok Türkçe konuşulan ülkedir. Ülke sınırları içinde yaşayan yaklaşık 10-12 milyon Azeri’nin dışında, çok sayıda Türkmen, Afşar, Kaşkay Türkü ve Özbek bulunur. (“Oy nani Koçari” türküsünü herkes söyler!)
            72) İran’ın milli sporlarından Zorhane, devasa boyutlarda lobutların tavana kadar atılıp tutulduğu, vücudun esnekliğini ve dayanıklığını gösteren bir tür “tekke sporu”dur. Gazelhanları, dedesi, dervişleri, tefi ve nakkareleri ile bir spordan çok ibadeti çağrıştırır.
            73) Dünyanın en güzel mavisine adını veren Firuze taşının (turkuvaz) en saf hali, Nişabur’un yakınındaki “Kan” köyünden çıkar. “Nişaburi” adı verilen bu taş, binde bir çıkar ve mavisinin derinliğinden ötürü insanın gözünü ayırmakta zorlandığı söylenir.
            74) Başlangıçta göz yanması, sonraları miyopluk, katarakt ve hatta körlüğe dahi yol açan bir el sanatıdır Simkâri (Adında yanılmış olabilirim). Deliği gözle görülmeyecek kadar küçük bir iğnenin deliğinden geçirilen gümüş ipliklerle kelimenin tam anlamıyla “yorgan örülür”. Gümüş ipliğin parlaması işi daha da zorlaştırır. Bazı simkâri işlerinde bileziğin iki yanından biri daha fazla hatalıdır, muhtemelen o yorganı diken genç kız miyoplaşmaya başlamıştır.
            75) Ferideddin-i Attar: “Efsaneye göre, kuşlar, sultanları Simurg’u bulmak üzere toplanıp yola çıkarlar bir gün… / Yol uzun, yolculuk zorludur. / “Aşk Denizi”nden geçerler önce…” / “Ayrılık Vadisi”nden uçarlar. / “Hırs Ovası”nı aşıp, “Kıskançlık Gölü”ne saparlar…” / Kuşların kimi Aşk Denizi’ne dalar, kimi Ayrılık Vadisi’nde kopar sürüden… / Kimi hırslanıp düşer ovaya, kimi kıskanıp batar göle… / Yolculuk bittiğinde, Kaf Dağı’nın ardına sadece 30 kuş varabilmiştir. / Sultanları Simurg’u bulamazlar orada… / Sonunda sırrı, sözcükler çözer: / Farsça “si”, “otuz” demektir. / “murg” ise “kuş”… / “30 kuş”, anlar ki, aradıkları sultan, kendileridir. / Ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur…”
            76) Uçsuz bucaksız uzanan fıstık ağacı bahçelerinin ülkesidir İran.
            77) Mescidi İmam: Şah Abbas zamanında yapılan camiinin çinileri akıllara zarardır. Renk meraklıları es kaza kendilerini kaptırırlarsa, kubbede ve cephede her an değişen ışık oyunlarıyla renkten renge çinileri, ortaya çıkıp kaybolan desenleri seyretmekten başka bir şey yapamazlar. Müptelası olup her saat, her dakika “acep şimdi mavinin hangi tonunda karar kalmıştır çiniler?” diye dert sahibi olurlar.
            78) 1001 Gece Masalları’nın anavatanı, doğal sahnesidir İran.
            79) Yeni bir çocuk doğduğunda, İranlılar isim için ya Şahname’ye ya da 1001 Gece Masalları’na bakar.
            80) İran üniversitelerin ülkesidir. Ülke içinde 54 devlet üniversitesi, 42 tıp fakültesi (bunlar üniversitelerden ayrıdır) ve 289 özel/vakıf üniversitesi faaliyet gösteriyor. Yüksek öğretimin kalitesinin yüksek ve “ücretsiz” olması, ülkenin bugünkü rejimiyle birleştiğinde çok acı bir sonuca yol açmış: Beyin göçü… Uluslararası Para Fonu’nun raporuna göre, İran dünyanın en çok beyin göçü veren ülkesidir.
            81) Türkiye gibi “çekiştirebildiği kadar batıda, istemediği kadar doğuda” bir ülke değildir İran… Doğuludur ve bunu kabul eder. Doğulu olmaktan utanmaz, kendini olmadığı bir şeymiş gibi göstermez. Yaşadığı coğrafyayla barışık bir ülkedir İran.
            82) İran’ı en güzel anlatan deyimlerden biridir “Acem mübalağası”… Deyimdeki gibidir her şey, bir şey ya çok kötüdür ya da gerçek olamayacak kadar güzel… Bir bakarsınız masalsı bir diyardır, bir bakarsınız bomboş bir memlekettir İran. Bu yanıyla da Türkiye’ye çok benzer. Ama çok daha uçlarda, çok daha aşırı yaşanır her şey…
            “İran’ı sevmek için 82 neden”  dememiş de “41+41 neden” demiş Ali Işıngör, elleri dert görmesin, bunu bile şiir gibi yazmış, farkındasınız. İran şairler ülkesi... Şairi peygamber gibi başının üzerinde taşıyan ülke...
Bu geziden sonra sanki bir başka insan oldum, daha derinlere inebilmek için heyecan duyuyorum. Anadolu’nun Bektaşi-Alevi kültürü yeniden ilgimi çekmeye başladı. Hacıbektaşi Veli’nin Bektaşileri (Şehir Alevileri)  Karapapaklarla buluşturduğu bilgisi düştü önüme, bu sefer Karapapakların Terekeme olduğunu öğrendim, Karapapakları çalışmaya başladım, değişik yörelerde söylenen adları düştü önüme, “Çarek” adı düştü önüme... “Şiraz” adının “çerağ”dan (çıra)  geldiğini söylemişti Tebrizli rehberimiz. Tek bir çerağdan yüzlercesi yanıyormuş gibi ışık yaratan “ayna sanatı”nın merkeziydi Şiraz. (Çirağzi!)
Selmanı Farisi bir daha düştü önüme. Sasani döneminde Urfa bir Peygamberler Şehri (bilim yapan, tıp yapan, şairler, halkına kol kanat geren beyler ve filozoflar yetiştiren şehir) idi ve Hz.Muhammed’i desteklemeye ilk koşan Sabiiler (Sahabeler) de buradan çıktı. Mekke’ye Uluborlu’dan koşarak giden Selmani Farisi (Selman-ı Pak) oraya ilk defa gitmemişti, Urfalı bilgeler Kabe’ye ziyarete gider orada eğitim alırlarmış, yani Hz.Muhammet ile oradan dostlukları varmış.
Şimdi bir kitaptan söz edeceğim. 2007 yılında Kadıköy’de bir sahafta bulup satın almıştım. Halikarnas Balıkçısı’nın “Hey Koca Yurt” kitabı. Kitapta Selmani Farisi’nin Hz.Ali ile olan dostluğunu efsane şeklinde anlatan bir bölüm var.  Hatta kitapta Sarı Kız başlığıyla verdiği bu efsaneye canlandırma yağlıboya tablo yapmış ve o tablonun fotoğrafını çekip bu kitaba koymuştu. Altını çize çize okumuştum. Tarihte Yunanlıları denizde yenen ilk Amazon kadın amiral Bodrumlu Artemis’in bir Pers kraliçesi olduğunu ilk o kitapta okumuştum (age.Hürriyet yay. 1972). Kitabın içinde kendi yağlıboya tablolarını koyması ilgimi çekmişti ve VI.Mitridate’nin adını ve temsili yağlıboya resmini ilk bu kitapta görmüştüm.
Sevgili Halikarnas Balıkçısı, aşağıya aldığım o tablosunda yaşlı Selman-i Farisi’yi efsaneye göre birden gürbüz bir delikanlı olarak göründüğü anda resmetmişti. Hz.Fatıma ile Kabe’nin kapısında karşılaşma anıdır, emaneti olan bebek Sarı Kızı almaya gelmiştir.
(RESİM) 
Efsanede Sarı Kız olarak geçen çocuk
gerçekte Hz.Ali’nin kızı Zeynep’tir.
Ressam arkadaşlarımıza not: Halikarnas Balıkçısı namıyla bildiğimiz ressam-yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın elimdeki bu kitabında yer alan renkli tablolar bir sonraki baskılarında yer almadı. İsteyen olursa bu sayfaları renkli tarayarak gönderebilirim.
Ve bu günlerde, “Mitridate” sözcüğünün Mitra Analı demek olduğunu Semiramis’in Mitra (Petra/Bedir/Ay) adından kaynaklandığını düşünmeye başladım. Antik resimlerdeki Ay Hatun ile özdeşleşen Semiramis’in memleketi Rize’de bir Ayane Dağı var, hemen arkasında Kible Dağı var ve o dağın sırtında uzaktan insan yapımı gibi görünen piramit şeklinde bir tepe var. Bu dağın hemen önünde VI.Mitridate’nin bahriye körfezi Askoros (artık tamamen doldu) ve körfezin bir yanında Sezar’ın emriyle tarihten silinen Opa-Damı (Potamia) şehri vardı...
Demem o ki, Roma saldırılarına direnirken toprağın altına saklanmış nice Urfa Göbeklitepe’lerimiz daha var, bilmiyoruz.
            Değerli okur,
İran yazılarıma gösterdiğiniz ilgiden dolayı hepinize teşekkür ediyorum.
Ben öğretmenim, biliyorsunuz. Dersin sonunda mutlaka bir ev ödevi veririm. Siz şimdi ev ödevinizi aldınız.
Tebrizli devrimci yazar Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balığı gibi bu akşam sizin de gözünüze uyku girmeyecek.
Sevgiyle ışıkla dostlukla yaşayın.
Doğruluktan ayrılmayın, iyi şeyler düşünün, iyi şeyler konuşun, iyi işler yapın!
...
BİTTİ
2 Temmuz 2015 - Mahiye Morgül