24 Ocak 2012 Salı

KONUK YAZAR:

Yürekte Yara Sızlar..
Rahmetli eşi Sabahat Hanımın ölümünün 10. yılında; Sayın Hocam Prof. Dr. İsa Kayacan’a mektup


Doç.Dr.Tamilla ABBASHANLI
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi,
Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü, Öğretim Üyesi


Azizim yara sızlar,
Yürekte yara sızlar.
Yaralılar derdini,
Ne biler yarasızlar…


 Şubat ayı benim için keder aydır. Babamı soğuk bir kış gününde – Şubat ayının 2’de kayıp etmişim. 39 yaşı vardı, 40 yaşının sevincini yaşaya bilmedi. Bir gün aniden iş odasında masa başında otururken elini alnına koydu ve böylece hayata “elveda” dedi. Doğduğum aran Karabağ’ın kışı sert oluyor, babam ölen günü dize kadar kar vardı, aynı zamanda halâ lapa lapa döküyordu. Mezarını bile zorla kazdılar,  sıcak toprak evladını koynuna aldı. Mezar taşından gamlı gamlı bakıyordu evlatlarının, sevdiklerinin yüzüne, o kendini “suçlu” sayıyor, biz de kendimizi suçlu sayıyorduk. Ben 17, benden küçük kardeşim 7, üçüncü 2, dördüncü anne karnında 4 aylık idi. İkinci kardeşim 19 yaşında babama “kavuştu”. Rusya’da askerlik yapıyordu, bir patlayış sırasında yerin altında kaldı, bir kolu bile ele gelmedi, hala mezarı yok. O biri kardeşlerimle gidiyoruz babamın mezarı üstüne, babam “suçlu gibi” bakıyor yüzümüze. Bizi büyütmediği, okutmadığı için, ama biz ise onun civan gittiği için üzülüyoruz. Keşke bu gün bizlerle bir arada olsaydı… Uğurlarımıza sevinip, torunlarıyla kurur dursaydı… Ne etmek olar. Yüce Allah’ın emrinden kim çıka bilir ki…
      Derdimi İsa Hoca’mla paylaşır ve onun eşi Sabahat derdine üzülürüm. Şubat ayı İsa Hocam için de gamlı aydır. O da sevgili karısı, ömür-gün arkadaşı Sabahat Hanımı 2002’nin Şubat ayının 12’de kayıp etmiştir. Gün gibi hatırımdadır. 2002’nin Mayıs ayı idi. Ispartalı şair Melahat Ecevit Hanımefendi bizi Isparta’ya davet etmişti. Isparta güller içinde nazlanan güzele benziyordu. Nefesi gül kokuyordu bu güzelin. Her yan çiçeklerle süslü idi. Sokaklar gül kokuyordu. Bu güzellik her kese sirayet etmişti, her kesin yüzünde sevinç vardı. Sadece bir insan İsa Kayacan keder içinde kavrulur, alışıp yanıyordu. Çünkü üç ay idi ki, sevgili karısını kayıp etmişti. Aslında o şölende babasını yalnız bırakmayan kızı Gül de dertli idi, ama o kederini içinde boğup babasını teskin etmeye çalışıyordu. Şölene gelenler İsa Hoca’mı hiç yalnız bırakmıyordular, hep ona teselli veriyordular.  Ben o güne kadar İsa Hocamı tanımamıştım ve buna göre kendimi suçlu sayıyordum. Şiir şöleninde konuşmam ve söylediğim şiirleri çok beğendiler. Ödül törenine gelirken anons ettiler. En güzel konuşana Türkiye’nin en iyi şairi, gazeteci-yazar İsa Kayacan verecektir. İşittiklerime inanamadım, uçmağa kanadım olmadı. Türkiye’nin “medya İmparatoru”nun elinden ödül alacaktım. Tanışlığımız böyle başlandı. İsa Hocanın kızı Gül’le iyi bir arkadaş olduk. Toplantı süresince hep Gül’le konuştuk, annesi Sabahat Hanımı hatırladık, duygulandık, ağladık. Ben Gül’ü güzel anlıyordum, çünkü ben de annesiz büyümüştüm. “Yaralının derdini yaralı anlar”.
      Değerli İsa Hocam. Bu mektubu Size yazarken ellerim titriyor, gözlerim yaşla doluyor. Artık bir kaç defa ben Sabahat Hanım’dan yazı yazdım, her defasında gözyaşlarım Nisan yağmuruna döndü. Azerbaycanlı şair, Sizinle aynı talihi yaşayan Neriman Hasanzade’nin hanımı Sara Hanımla kıyasladım Sabahat Hanımı. İkisi de sevip sevilerek evlenmiştiler, mutlu bir hayat yaşıyordular. Çocukları, torunları vardı, birden Azrayıl peyda oldu. Sevdiklerinden doyamayan Sabahat’ı, Sara’yı alıp kaçtı. İsa Bey de, Neriman Bey de halâ unutamadılar sevdiklerini. Bir ayağı mezarda kaldı İsa Beyle Neriman Beyin. Doğum günleri, Bayramlar bahane oldu. Hep mezarlığa koştular. Belki insafa gelip Sara ile Sabahat eve dönsün. Onlar ise soğuk mezar taşından gamlı baktılar sevdiklerinin yüzüne, topraktan çıka bilmedikleri, sevdiklerini üzdükleri için. Şimdi Azerbaycan’da Sabahat Hanımı tanıyorlar. Bu yazının yazarının makalesinden Neriman Beyin yeni basılmış kitabının I. Cildinin “Ön Söz”ünde istifade etmişler. Okurken çok heyecanlandım. Neriman Beyin en yakın arkadaşı Prof.B.Halilov beni arayarak teşekkür etti, İsa Beye selamlarını gönderdi.
     Bu sene Sabahat Hanımın ölümünden on yıl geçti. On yıldır ki,  Anadolu toprağı kucağında daha bir evladını azizliyor, öpüyor, okşuyor. Anadolu rüzgârı her akşam ona hazin ağıtlar söylüyor. Bu ağıtlar onun ruhunu uyandırır, o ruh sakince Karşıyaka mezarlığından ayrılır, Aşağı Ayrancı sokağına geliyor. Bu sokaktaki evinin pencerelerini uzaktan seyir ediyor. Işık yanıyor mu acaba?  Sonra uçarak ürkekçesine pencereden içeri bakıyor:- O evdedir mi?  -Evet-çok sevdiğim kocam İsa evdedir. Her zamanki gibi yine yazıyor, çayı buz olmuş. Keşke o zamanlarda olduğu gibi çayını tazeleseydim de.. Eh, nerde o hoş bahtlık? Nerde o mutlu günler… Şimdi Gül’ün yanına uçacağım, onu seyir edeceğim, sonra küçük koyup gittiğim şimdi büyük kız olmuş torunum Nazlıcan’a bakacam. Ne kadar da büyümüş benim küçük torunum… Sonra yine ebedi yerine –Karşıyaka mezarlığına geri dönecek Sabahat.
        Bu yazıyı yazarken İsa Hocamın “Mezarlık Kültürümüzden Örnekler” kitabının sayfalarını bir daha çevirdim. İsa Hocam Sabahat Hanımın yanında kendi mezarını da ayarlamış, çocuklarının dilinden mezar üstüne yazılacak dörtlüğünü bile hazırlamış:
                             Kalbimizde birer alevsiniz, sönmüyorsunuz,
                             Yıllar geçiyor, yine dönmüyorsunuz.
                             Ağlayıp durduğumuzu bilmiyorsunuz,
                             Kalbimizde birer alevsiniz, sönmüyorsunuz.
    M.Ceylan’ın İ.Kayacan’ın dilinden yazdığı “Neredesin, Sabahat” adlı ağıtı da beni gözyaşlarına boğdu:
                             Aklım gitti başımdan, döndüm çılgın deliye,
                             Bu zalim, kara yazı, bize yazılmış niye?
                             Bekle ben de gelirim, belki gelen seneye,
                             Zaten kuşlar kanatsız, yaralanmıştır kırat,
                             Haydi tut ellerimden, neredesin Sabahat?..
      Yine elime “bayatılar” (Maniler) kitabını aldım, buradaki manilerin çogu sanki Sabahat Hanım için yazılıp:
                             Sarı canım,
                             Gömleği sarı canım.
                             Sen dünyadan göçenden,
                             Kalmayıp yarı canım.

                            Ozan oldum,
                            Obalar gezen oldum.
                            Ne öldüm, ne kurtuldum,
                            Ne derde dözen oldum.

                             Ele gitti,
                             Karıştı sele gitti.
                            Tükenmez ekmek alıp,
                            Geri dönmez yola gitti.

Canım Sabahat Hanım, sanki bu yazıyı yazarken yanımda oturmuştunuz, yazıyı bitirirken uçup gittiniz. Ne deyim? İsa Kayacan Hoca’ma, sevgili evlatlarınıza, torunlarınıza sabır diliyorum. On senedir ki, seni her gün bekliyorlar. Sıradan günlerde gelmesen de bayramda “mutlaka gelecek” diyorlar. Sen gelmiyorsan, o zaman ise Karşıyaka Mezarlığına gidiyorlar. Seni yine orada görüyorlar. Baş taşını öpüp kucaklıyorlar. En çok sevdiğin çiçeklerden diziyorlar mezarının üzerine. Gözyaşları süzülür önce baş taşına, sonra kederden üzülüp titreyen çiçeklerin üzerine. İsa Hoca’m evlatlarının, torunlarının yanında ağlamıyor, gözyaşlarını kalbine akıtır, evlatlarını üzmek istemiyor. Mutlaka sabahı gün gelecek, gözyaşları Nisan yağmuruna dönecek, sevgili Sabahat’ı ile derin bir sohbete başlayacak. Mezarın nurla dolsun, sevgili Sabahat Hanım… Uyuduğun toprak yumuşak olsun. Bu yazı da Senin ebediyete göçmeğinin on yılına hediye olsun. Rahat uyu İsa Hoca’mın sevgili karısı, Rahat uyu Gül’ün tatlı Annesi, rahat uyu Nazlıcan’ın güzel ana annesi…

Hiç yorum yok: