DÜNYA TÜRKLÜĞÜ'NÜN HAMİSİ VE YEGÂNE SORUMLUSU TÜRKİYE'DİR.
(Prof. Dr. İSA KAYACAN)
Tayland'da mülteci olarak bulunan 300
Uygur Türkü Acilen Türkiye'ye getirilmeli, Türk olmayan
Ezidi Kürt, Suriyeli Arap.. birçok topluluğa kapılarını
açan Türkiye On binlerce imzaya rağmen kendi kanından olan
Tayland'da mülteci hayatı yaşayıp Çin'e iadeyle yüz
yüze olan Uygur Türklerine sahip çıkmalı, 2. Boraltan faciasının yaşanmasına
izin vermemelidir.
Boraltan Faciası, Dünya Türklüğün
hafızalarında kapanması zor yaralar açmış bir faciadır. Bu
facianın yaşandığı yıllar Milli şef ismet İnönü dönemidir. Olay İkinci
Dünya Savaşı sırasında Stalin yönetiminin acımasız baskılarına dayanamayan bir
grup Azeri Türk'ü, "öz kardeş" saydıkları Türkiye'ye sığınmaya karar
verip yola çıkıyorlar. Orada uğradıkları baskınlar sebebiyle arkaları sıra
mezar taşlarından izler bırakarak, nihayet Aras Nehri'nin üzerinde bulunan
Boraltan Köprüsü'nü (Iğdır) geçiyorlar ve Türk sınır karakoluna sığınıyorlar.
Artık kurtulduklarını, özgürlüğe kavuştuklarını düşünen 146
Azeri Türk'ü son derece mutludur, sevinçlidir.
Karakoldaki Mehmetçikler, başka Karakol Komutanı olmak
üzere, Azeri kardeşlerini bağırlarına basıyor, ekmeklerini onlarla bölüşüyor,
yataklarını ikram ediyorlar. 146 soydaşın hayatlarını kurtardıklarını düşünerek
onlar da mutlu oluyor.
Sevinmekte acele ettikleri kısa bir süre sonra anlaşılıyor.
Zira Karakol Komutanı'nın üstlerine yazdığı mektuba gelen şifreli cevap, tamı
tamına bir "kara haber"dir:
"Karakolunuza sığınan Azerileri derhal Sovyet
yetkililerine teslim edin!"
Komutan bu işte bir yanlışlık olduğunu düşünüyor. İnsan,
öldürüleceğini bile bile kardeşini düşmana teslim eder mi? Buna vicdan
dayanabilir mi?
Daha tafsilatlı olarak durumu bir kez daha bildiriyor, fakat
gelen cevap aynıdır:
"Derhal teslim edin!"
Hâlâ inanamıyorlar. Ama Ankara'nın emri kesindir. Karakol
Komutanı'nın ve karakoldaki askerlerin tüm itirazları, Azerilerin tüm
yalvarışları, Ankara'daki sağır sultanları yumuşatamıyor: "Derhal
teslim edin, yoksa vatana ihanetle yargılanacaksınız."
Hangisi "vatana ihanet" acaba?.. Mazlum
insanları ölüme göndermek mi, yoksa göndermemek mi? Azerilerin lideri Karakol
Komutanı'na yalvarıyor:
"Bizi siz kurşuna dizin, ama Moskof'a teslim etmeyin.
Öleceksek, ay yıldızlı bayrağımızın dalgalandığı Anadolu topraklarında
ölelim."
Komutan ağlıyor, askerler ağlıyor, Azeriler ağlıyor.
Ankara'daki yöneticiler ise, Stalin'le aralarında bir pürüz olmaması için
soydaşlarını kurban etmeye çoktan karar vermişlerdir.
Kendisine "Milli Şef" dedirten ve
kendisini "Milli kahraman" ilân ettiren İsmet İnönü ise şöyle
buyurmuştur: "Sovyetler Birliği ile aramızda bir pürüz istemiyorum.
Bir daha böyle küçük meselelerle beni meşgul etmeyin."
146 kardeşin göz göre göre, hem de en kalleş biçimde, sırf
Stalin'in otoritesini sarsmamak için ölüme gönderilmesi "küçük
mesele" ise "büyük mesele" nedir? Ne pahasına olursa olsun,
iktidarda kalmak mı?
Hiçbir şey Ankara'yı kararından döndüremiyor. Çaresiz kalan
Karakol Komutanı, "Bizi siz kurşuna dizin" diye yalvararak
ağlayan 146 Azeri'yi gözyaşları içinde Kızılordu görevlilerine teslim ediyor.
Boraltan Köprüsü'nün bir ucu Türk toprağında, bir ucu Sovyet
toprağındadır. Azeri kafilesi, Boraltan Köprüsü'nü yarıladıkları sırada,
karşıdan yaylım ateşe tutuluyorlar. Buna rağmen, çoğunun son sözleri, "Yaşasın
Türkiye" oluyor. Hepsi ölüyor.
Yıllar sonra Azeri şair Elmas Yıldırım, bir zamanlar
Boraltan Köprüsü'nde yaşanan derin acıyı "Dönek Kardaş" isimli
şiirinde şöyle dillendirecektir:
"Bizi siz öldürün, vermeyin Rus'a,
"Yakışmaz Türklüğe, sığmaz namusa.
"Vahşete göz yumup silkmeyin omuz,
"Bizi siz öldürün, varsa suçumuz.
"Men ne diyem o vefasız dağlara,
"Öz gardaşı dönek olan ağlara."
Kızıl Orduya teslim edilen sığınmacıların hali, Türkiye
tarafından dürbünle seyredenlerin ifadesine göre şöyle cereyan etmiştir ;
"Sovyet askerleri, etraflarını sardılar. Düz bir
çayırlığa götürdüler. Gümrü tarafından bir otomobil geldi. Arabadan iki adam
indi. Gençleri toplayıp, ellerini kollarını sallayarak bir şeyler konuştular.
Ama ne konuştukları bilinmiyor. Yarım saatlik bir konuşmanın ardından Gümrü
tarafından üç tank çıktı. Hepsini üç sıraya dizdiler. Sadece iki kadını ayırıp
otomobil ile gönderdiler. Tanklarla sıra başlarından gençleri acımadan ezmeye
başladılar. Kaçmaya çalışanları askerler süngüleyip tankların altına atıyordu.
Onları oracıkta katlettiler."
Bu hadise Azerbaycan Türkleri arasında derin üzüntüye
yol açtı. Anavatan deyip sığındıkları ülkeden çıkartılarak Kızıl Ordunun
süngü ve paletleri altında can vermeleri gönüllerde, bu güne kadar
silinmez yaralar açtı. Halk mülteci Azeri 'kardaşları'nı bağırlarına basmıştı
ama Çankaya'da oturan sözde Türkçü zatın şu demeci Balkanlardan Kafkasya'ya
kadar hemen her Türk'ü sersemletmişti:
"Misak-ı Milli hudutları dışında Türk unsuru kabul
etmiyoruz!"
Ne anlama geliyordu bu tuhaf söz? Yoksa "Yurtta sulh,
cihanda sulh"ün aynı zatın kafasındaki anlamı, 'Türkiye'de yaşayan herkes
Türk'tür, dışındakilerin canları cehenneme' gibi tasfiyeci bir denklem miydi?
Buna benzer bir faciada Balkanlarda yaşanmıştır.
Makedonya'da (eski deyişle Yugoslavya'da) geçmiştir.
Üsküplü Müslüman Türkler, haklarını korumak üzere 1945'te
bir direniş örgütü kurarlar. Yücelciler adını alan örgütün hikayesi ve
hakkındaki bilgi sayesinde ulaştığımız Mehmed Ardıcı'nın "Yücelciler
1947" adını taşıyan değerli hatıratından başka bir vesileyle bahsetmek
isterim. Ancak bugün Makedonya'daki haklarımızı korumak için kurulan ve Üsküp
Başkonsolosumuz Emin Vefa Gerçek'in de haberdar ve bağlantı halinde olduğu bu
örgüte yapılan ihanete dikkatinizi çekmek istiyorum.
Ardıcı, Nazi kamplarında ölenlere ağlayan aydınlarımıza,
burunlarının dibinde, Makedonya'da bunca Müslüman'ın boğazlanması karşısında
neden kıllarını kıpırdatmadıklarını soruyor haklı olarak. "Yarınki
Balkanlarda siyasî haritayı değiştirebilecek güç sıfıra indirilirken sizler de
göz yumdunuz" diyor.
Üsküp Konsolosumuzla irtibat halinde örgütlenen Yücelciler
ihbar edilir ve yakalanıp işkence altında sorgulanırlar. Hücresinde şu yakıcı
cümleler dökülür yazarın ağzından: "Bizler, yıktırılmış bir cihan
devletinin kabul edilmemiş bir mirasıyız. Şimdiye dek namuslu kalabilmişsek
Osmanlılığımıza borçluyuz. Kurtuluş ümidimi geri getiren işte bu."
Türkiye'den ses yoktur.
Mahkemeden 4 idam kararı çıkar, 2-20 yıl arasında çeşitli
hapis cezaları.. Makedonyalı Türkler kararlara Türkiye'nin tepkisini
beklemektedir. Türkiye'den yine ses yoktur.
Arkadaşları Şuayip, Ali, Nazmi ve Adem idam edilirler. Yine
ses yok.
Oysa teşkilat kurulurken kendilerine "Nüveyi oluşturun.
Talimatlarımızı tatbik edecek, bilgi alabileceğimiz bir grubun varlığını bilmek
istiyoruz" diye haber yollayan da Türk Konsolosudur. Bunun anlamı,
"Ben sizi tanımıyorum, siz de beni" repliğidir.
Mehmed Ardıcı'nın şu sözlerini içimiz yanarak okuyoruz:
"Açıkça söylüyorum: Türkiye'nin kulaklarını tıkayarak
oturması ne acıdır ki, devrin siyasi liderinden sadır olan 'Misak-ı Milli
hudutlarının dışında Türk unsuru kabul etmiyoruz' kelamı, karşımızdakilerin
teşvik görmesi, aferinleri manasındadır."
Makedonya'daki Türklere önce umut verilip sonra
temizlenmesine ses çıkarılmaması olayı tek değil ki. Boraltan faciası ile aynı
yılda, Romanya'ya iltica etmiş olan 20-30 bin civarındaki Kırım Tatarının
Türkiye'ye sığınma talebine ret cevabı veren de aynı İsmet Paşa zihniyeti değil
miydi?
Bugün Tayland'da mülteci olan Uygur
Türkleri 2. Boraltan faciasıyla karşı karşıyadır. Eğer
Çine iade edilirlerse Boraltan faciasındaki gibi idam
edilecekler,Peki Boraltan faciasından dolayı Milli
şef İnönü dönemini eleştiren AKP hükümeti,milli şef İnönü'yle
aynı konuma düşecektir zaten AKP hükümeti Irakta
Türkmenleri Türkmen katili Barzani ve
IŞİD'in zulmüne terk etmişdi.
Yücel TANAY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder